15 Haziran 2016 Çarşamba

araf

bir çöl ova
sonu başı belli değil
benim bu ovada evim yok
bir güneş var
kudurması kendine
sarmaşıkların altı var
ısınmaktan kaçtığım
bu ovada gidecek yerim yok

benim yatacak yerim yok
büyük sıçrayışlarda
ben hep uyumayı beklerim
evrenin kusmasını beklerim üzerime
bundan başka örtüm yok
benim kaçacak yerim yok
kendimden başka

bir tepe kum
sonu başı belli değil
benim bu kumda yürüyesim yok
bir güneş var
acısından kudurtan
benim bu kumda gömülesim var
bir yerlerde saklanasım var
kendimden başka

bir gök bulut
içime kaçası gelmiş
bir pamuk tarlası
gözlerime soktuğum
gözlerime tıktığım
yeni bir karanlık sadece
hep yeniden tanımadığım
aynı mutlu son
aynı suda yıkadığım saçlarım

benim içecek zehrim yok
kendimden başka

                                        Bursa - 15.06.2016

süpür

ölü çiçekler öldü sabah akşam
ölü yağmurların susuzluğundan ölmüş
ölü ağaçlardan ölü rüzgarın kopardığı
ölü yaprakları süpürdüm

süpürdüm yağmurları
süpürdüm bulutları gökyüzünden
süpürdüm yüreğimden umutları
ölü çiçekler öldü sabah akşam
bir ben kaldım

                              Bursa - 15.06.2016

11 Haziran 2016 Cumartesi

kırıntı

havasız denizde
vakit yok
soluk almaya vermeye
kısa ömür

ama geçmez bazen
geçmek bilmez

havasız denizde
nefessiz gemi
dünya küçücük
yol bitmek bilmez

(Bursa - 11.06.2016) 

tekila

tekila shot
içim ısın
içim yan

güzeldin
ama çok zaman geçti
içim yan
öyle bir ateştin ki
yangın yeriydin
ama her ateşi söndürür zaman

bu dudaktın
bu gözlerdin
nereye ölüyorsun
nereye gidiyorsun
zaman

                                 Bursa - 11.06.2016


3 Haziran 2016 Cuma

;

beraber ölüşümüz
topraktan sonra nokta
toprağa gülüşümüz
noktadan sonra virgül
içimizde bir çocukla
hayata dönüşümüz

                          Bursa - 03.06.2016

14 Mayıs 2016 Cumartesi

tekvin

ilk önce geçmiş vardı
geçmiş biçimsiz ve boştu
bu boşluğun ortasında
herkes vardı
tanrı vardı
ben yoktum
herkes oradaydı
annem yoktu
süt yoktu

sonra karanlık bir düş oldu
bu karanlık düşün içinde
ben vardım
karanlık bir düşten uyandım
her yer karanlıktı
ışık olsun istedim
ışık oldu
ışık iyiydi

akşam oldu - sabah oldu
ikinci gün
bir şeyler duymaya çalıştım
bir şeyler bilmeye çalıştım
ben kimim
yoruldum

orada olanlar tek tek gittiler
orada olanlar tek tek gidiyorlar
sabah oldu - akşam oldu
on bininci gün
gelecek yoktu
geçmiş biçimsiz ve boştu
bu boşluğun ortasında
hiç kimse yoktu
ben vardım
bir tek ben vardım
ben kimdim
yoruldum

                                    Bursa - 12.05.2016

12 Mayıs 2016 Perşembe

ölümün en güzeli

ölümün en güzeli
yaşamın en kötüsünün sonunda
düşlerinden alabildiğine uzak
gölgelerin bile düşmeye tiksindiği
pis bir kaldırımın yanı başında

                                       Bursa - 12.05.2016

23 Mart 2016 Çarşamba

ölüm

ölüm ne kadar da hızlı
yavaş geldiğinde bile
nefes aldırmaz insana

ölüm ne kadar da yavaş
sanırsın oysa
sıkıldığınla kalırsın
binbir hayal ortasında
bomboş çıkar yaptıkların
buza yazılar kazırsın

17 Mart 2016 Perşembe

Öte

Ben öldükten sonra, beni alıp geniş duvarlarından birinde dev bir ekranın olduğu baştan aşağı bembeyaz boş bir odaya götürdüler. Sonra en başından başlayarak hayatımı gösterdiler ve belirli yerlerinde durdurarak, yaptığım tüm hataları, aldığım tüm yanlış kararları, aptallıklarımı bir bir önüme koydular. Yaptığım hataları her ne kadar yaşamımın ileriki dönemlerinde sezinlemiş olsam da, bunların net bir şekilde, şimdi öldükten sonra önüme konulması, bir anda binlerce pişmanlıkla boğuşmama ve kahrolmama neden oldu.

"Burası cehennem olmalı" diye düşündüm dehşet içinde. "Nereden biliyorsun?" dedi bir ses. "Benim sorumluluğum altındaki, yaşanmış bitmiş koca bir hayatın binlerce hatasını, şimdi artık ben onları düzeltecek hiçbir şey yapamayacakken bu şekilde önüme koymak işkencelerin en büyüğü değil de nedir?" dedim bu sefer sesli bir şekilde. "Hayatının senin sorumluluğun altında olduğunu da nereden çıkardın?" dedi ses, "ayrıca, henüz ölmemişken de, hayatının daha erken dönemlerinde yapmış olduğun ve geri dönüşü olmayan hatalarının hangisini düzeltebildin ki? Belki de geldiğin hayat cehennemdi ve şimdi hiçbir şeyi düzeltemeyecek olmanın huzuru içinde cennette olmalısın"

Sonra bir çocukluk rüyamın ortasında buldum kendimi. Genişçe ama yamuk yumuk taşlarla örülü bir kaldırımın ortasında telaşlı telaşlı yürüyorum. Annem az önce yanımdaydı, ama şimdi ortalarda görünmüyor. Kaldırımın yol olmayan tarafında ötesinde ne olduğunu göremediğim alçak bir duvar var. Göremiyorum çünkü benim de boyum kısa. Duvarla kaldırımın arasındaki yaklaşık iki metrelik mesafede ise sık bir çalılık var. Bulduğum bir aralıktan çalılığın içine dalıyorum. Bunu yapmamam gerektiğine dair bir endişe akıp geçiyor kafamdan. Çalılığın içinde tünel gibi loş ve dar bir boşluk kıvrılarak devam ediyor. İlerleyip ilerlememek konusunda tereddüt ediyorum. Sonra birden kaskatı ve güçlü iki kol belimden yakalıyor beni. Sarsılıyorum. Kollar bir mengene gibi sarıp sıkıştırmaya başlıyor beni. Kolların ucunda yengeç kıskaçları gibi kocaman iki kıskaç var. Giderek daha çok sıkıyorlar. Nefesim kesiliyor, ciğerlerim yanmaya başlıyor. Böbreklerimin üzerinde bir sancı hissediyorum. Sonra annemin bağrışlarını duyuyorum. "Çalıların içinde yılan olabilir demiştim sana" diyor. Uyanıyorum.

"Yok artık" dedim. "Rüyalara kadar gireceksek, bu işin sonu gelmez". "Endişelenme" dedi ses. "Yaşarken, sürekli hiçbir şeye zamanım yok diye yakınır dururdun. Eski alışkanlıklardan kurtulmak zor tabii. Öte yandan pek de haksız sayılmazdın hani, çünkü aslında zaman diye bir şey yoktur."   

O an artık dayanamadım. Zamanın çok olması, ya da olmaması, ya da bu ikisinin aynı şey olup olmadığı umrumda bile değildi artık. Seyretmek istemiyordum daha fazla. Bu ekranı kapatan bir düğme olmalıydı elbet. Kimini unuttuğum, kimini ise unutmak istediğim, önümde akıp giden görüntüleri durdurabilmek umuduyla yerimden yavaşça doğruldum. Daha doğrusu öyle sandım. Çünkü birden ayaklarım yerden kesilir gibi oldu. Kafamda ve midemde, aynı anda, sanki her şey dönüyormuş ya da kaydıraktan kayıyormuşum gibi garip bir boşluk hissettim. Tüm duvarlar, zemin ve tavan, aralarındaki sınırların ve geçişlerin anlaşılamayacağı şekilde bembeyaz olunca insan dengesini kaybediyor, mesafeleri ve yüzeyleri algılayamadığından, boyutsuz bir boşlukta süzülüyormuş hissine kapılıyor tabii. Ama aslında öyle olmadığını hemen farkettim. Çünkü ayaklarım ileri geri hareket ettiği halde ekrana yaklaşamıyordum.

24 Şubat 2016 Çarşamba

Kabus

Tüm gece boyu kabus görüyorum. Özellikle de sabaha doğru, kalkacağım saatten çok önce uyanırsam hele, saat çalana kadar sinirimi bozan ne kadar şey varsa beynime üşüşüyor.
Her minik uyuyuş ve uyanışımda başka bir kabus. Öyle gerçeküstü, canavarlar, katliamlar, kovalamacalar falan değil, tamamen gerçekçi ama abartılmış şeyler. Günlük hayatla ilgili şeyler. Yetişmeyen işlerin koşuşturması, çözülemeyen sorunların paniği, eski sevgililerin mutlulukları, benim yalnızlığımın tam ortasına ikinci çocuğunu doğuranlar... Arada gözümü açar gibi oluyorum ve bir an için bilincim yerine geliyor. İşte esas o an, sanki kanımda dolaşan morfinin etkisi geçmiş gibi bir acı saplanıyor beynime. Tam da o an aslında rüyamın, gün içinde baskılamaya çalıştığım acı gerçekleri beynime çaktığını en derinden algılıyorum. Gün içinde türlü şeylerle oyalanarak görmek istemediğim her şey, rüya aracılığıyla en savunmasız anımda beni kıskıvrak yakalıyor. Beni o dipsiz kuyunun en derinine bakmaya zorluyor. Huzursuzluktan başım dönüyor, midem bulanıyor. Kusamıyorum.

Sonuçta varoluşsal kaygıların dehşeti içinde, hayatın hiçbir anlamı yok diye dertlenen bir beynin, başkalarının hayatının mutlu anlamlarını bulup çıkarabilmesi büyük bir çelişki kendi içinde. "Angst"ın da ötesine geçiyorum. Kendi hayatını sakinleştirmek, teskin etmek, acılarını hafifletmek, kısacası bu hayata katlanabilmek için hiçbir şekilde sıkıntıya girmeyen beynimin, başkalarının hayatlarının ne kadar anlamlı olduğunu sürekli işlemesi korkunç. Kafamın içinde canıma okuyan bir psikopatla yaşıyorum. Ondan kaçma şansım yok. Terbiye etmeyi ise çok denedim. Her seferinde ıslak sabun gibi elimden kaydı. Daha güçlenmiş olarak geri döndüğünde ise en acımasız yeni işkence metotlarının hepsini üzerimde uyguladı.

Böyle insanın içinden sonsuz bir kaynak gibi fışkıran acıların çaresizliği içinde boğulurken, birdenbire hayatın anlamsızlığı ve hepimizin ölecek olması büyük bir avuntuya dönüşüyor.
"Çünkü" der beynim, "umarım her şey çok çok çok anlamsızdır ve bir an önce ölür gideriz.
Çünkü benim değil başkalarının kaybedecek şeyleri var ve zaman hepimizin aleyhine işliyor olsa da, en az bana zararı dokunuyor". Acıların köşeye kıstırılmışlığı içinde en ilkel ve bencil kimliğine bürünüyor. Herkesi lanetliyor. Gücü yetse, muhtemelen az ya da çok kendisine benzer acılar çeken türdeşlerinin hepsini bir kaşık suda boğmaktan zerre çekinmez o an. Doğanın birliğinden, evrenin ortaklığından alabildiğine izole olmuştur. Trilyonlarca yıldızdan çıkan ışığın bir zerresinin bile isabet etmeyeceği kadar kuytu bir köşede, derin karanlığında boğulmuştur. Ölümün evrenselliği ve kaçınılmazlığı evrendeki ve elinde avucunda kalan biricik adil şeydir o an. Adaletin sadece yok etmede tecelli etmesinin burukluğunu o an duyumsamaz. Oysa ölüm olmasa sonsuz şansı olacaktır her şeyi yeniden kurgulamak için. Sonsuz kere atabilecektir zarlarını. Ensesinde giderek daha yakından duyduğu zamanın soğuk nefesinin bu paniği beslediğini inkar eder, bir kurtarıcı gibi tutunur ona. Düşüncelerinin abartılı olduğunu da bilir içten içe. Karanlıkların her zaman bu kadar karanlık olmadığı zamanların olduğunu hatırlar ve hemen unutur. 

Eğer insanın hiçbir sorununun olmaması bu tür iç bunalımlara yol açıyorsa, sorunsuzluk belki de en büyük sorundur derler. Ama ben böyle olmadığını düşünüyorum. Ben bütün o sorunları görüyor ve her gün yeniden yaşıyorum çünkü. Sadece şu an geçici bir süre için onların içinde olmadığımı ve bir zaman sonra hepsini tek tek yaşayacağımı her gün yeniden yeniden işliyorum. Bir gün annemi ve babamı mezarlığa gömeceğimi, sonra gerçekten hiç kimsem kalmayacağını, sonra yaşlılık sorunlarıyla tek başıma uğraşacağımı ve şimdi sorunsuz gibi görünen dünyanın çatırdayacağını zaten şu an sağlamken görüyorum. İnşa ettiğim binanın katlarını çıkarken o katların tek tek çökeceğini göre göre yapıyorum bunu.
Evet akşam yeniden yatacağım nasıl olsa diye yatağını yapmamak, ya da nasıl olsa tekrar yemek yiyeceğim diye bulaşıkları yıkamamak gibi örneklerle karşıma dikilebilirsiniz. Hayat zaten bu yeniden yapma ve yeniden yıkılma üzerine kurulu da diyebilirsiniz. Hepsini çok iyi biliyorum. Ama işte, içinde bulunduğu labirentten çıkış arayan bir fare gibi dönüp dolanıyorum. O çıkışın aynı zamanda ölümüm olacağını bildiğim için çıkmamaya çalışıyorum, oyalanıp duruyorum bir yandan. Ama çok sıkılıyorum. Kendimi oyalayacak şeylerin giderek tükendiğini ve sabrımı da alıp götürdüklerini biliyorum. Sanki mutsuzluk derin bir kuyu ve ne kadar düşersen düş dibi yok. Kendini her gün yenileme ve seni her gün baskılama yeteneği müthiş. Bir yerde dur durak bilmiyor, alışmaktan anlamıyor. Prometheus'un ciğeri misali her sabah tazelenen bir yara gibi yeniden sana acı vermek üzere hazırlıyor kendini. Oysa mutluluk bir kar tanesi gibi, kendisine sakınır da dokunmazsan ve bozulmasın diye uzak durursan zaten hissedemiyorsun, dokunduğun anda da eriyip bozuluyor hemen. Zaten o kadar nadir rastlanan bir şey ki, önüme kazara bir mutluluk ihtimali çıksa, elim ayağıma dolanıyor, ne yapacağımı, bu yeni durum karşısında nasıl tavır takınacağımı şaşırıyorum. Mutluluk sanki ilk kez tadacağım bir duyguymuş gibi o kadar beceriksizim ki onu yönetmekte, sanki mutluluğa biblo dükkanına giren bir fil gibi kıra döke yaklaşıyorum.

Sonra her sabah aynı döngü tekrar tekrar yaşanıyor. Beynim kördüğüme dönmüş milyonlarca çeşit, karanlığın her tonunda yumakla dolu. Çözmeye çalıştıkça karışıyor. İnsanın cinnet geçirip makası eline alıp doğrayası geliyor.

Bu kadar sözden sonra korkum zaten söylenecek her şeyin söylenmiş olması. Mucizevi bir kurtuluş yok. Sihirli bir kelime yok. Sadece bazen birdenbire iyi hissediyorum. O zaman da "ne oldu da şimdi..." diyorum kendi kendime. Aslında anlamsızlık evim oldu, bunun dışına çıkan durumlara şaşırıyorum ve artık onları sorguluyorum. Onlar bana daha garip geliyor artık.

22 Şubat 2016 Pazartesi

kırıntı

bazen şuradan güneş doğuyor

12 Şubat 2016 Cuma

boş zaman ölümleri

bir gün gelecek
o suyun kıyısında, güneş batarken... ben orada olmayacağım
suyun yüzeyinden çıkan buğuyu çekemeyeceğim içime
ve dinleyemeyeceğim minik kuşların ötüşlerini

kaç kere daha
istesem de
zamanım olsa da
tüm kaygılarımı bir yana bırakabilecek olsam da
gitsem otursam o kıyıya
kaç kere daha
unutabilsem kendimi

bir gün gelecek
o köprüden geçmeyeceğim
o yağmurun parlaklığını göremeyeceğim tuğlalarda
serinliğini yüzümde
tıkırtısını kollarımda hissetmeyeceğim

o yol boyunca sıralanan ağaçlar
bacalardan tüten duman
ayaklarımı aşağı çeken o bayır
gün gelecek onlar da olmayacak

o mavi gökyüzünü
bulutlar olmadığında
ve türlü türlü bulutları
bırakacağım arkamda

şimdi de zaten
sadece buradayım
burası dışında her yerde
pratikte bir ölüyüm aslında

farkında olmadan bir ölüyüm
her an, neredeyse her yerinde dünyanın
ve doğmamış olduğum tüm zamanların
hatırlanmayan ölüsüyüm
söylenmemiş bir şarkıyım dudaklarımda

                                       Bursa - 12.02.2016

5 Şubat 2016 Cuma

deneme

içinde bulunduğu durumun iyi/kötü olduğuna neye göre karar verir insan? neyi referans alır? neye göre başka birinin hayatını yorumlar? kendi geçmişinden hangi anı/anların ortalamasını baz alır? hangi ülkenin hangi tarihteki hangi yaşam koşuludur muhattabı?

neden geçmişteki herhangi bir noktayı muhattap alabilirken, gelecekte mevcut olacak potansiyel bir hayat hedefine girmez?

30 Ocak 2016 Cumartesi

beni güzel hatırla

beni güzel hatırla
kucağında bir çocuk
bir isviçre ormanında
dağdan inen soğuk suya bakarken
doğduğun toprakların çatlağıydım ben
çiğnenmiş, eşelenmiş, hor görülmüş
kışın gürleyen
yazın cılız akan
o sessiz çaydım

beni güzel hatırla
çeşme'de bir sokaktım
o dar sokaktım
akşamın gölgelerini gezdirdiği
keskin köşebaşları
gizli girintileri olan
eğri büğrü taşlarıyla
denize ulaşmaya çalışan

beni güzel hatırla
soğuk bir ankara kışında
sana ulaşmaya çalışan
karla kaplı bir yokuştum
dizlerim titrerdi heyecanından
yeni tanımaya çalıştığım hayatın
hiç sıradanlaşmayacağını sanırdım
ihtiyarlar hep yaşlıydı
çocuklar hiç büyümez hep oynardı
bir tek sen ve ben vardım

beni güzel hatırla
ellerimi götürdün
gözlerimi bıraktın
sakat bıraktın beni
ardında bir insan değil
koca bir yara bıraktın
bir zamanlar
ellerimi uzatsam tutacaktım
istiklal caddesinin bilmem hangi köşesinde
bilmem hangi cafesinde
hiç unutmadığım bir masada
ellerimi uzatsam tutacaktım
bıraktım

beni güzel hatırla
bıraktım yıllarımı
ellerimi
üzülmeyi...
bıraktım sandım yıllarca
şimdi bu orhan veli şiiri olmasaydı
ve o şiiri yazdıran her kimse
hangi yabancı kadın
şimdi çoktan ölü
iskeletinden sarkan çürümüş dokularıyla
soğuk toprak altında
o olmasaydı
idare ediyordum kanımca

aslında bu şiir koca bir yalan
seni hiç sevmedim zamanında
hiç özlemedim yokluğunda
sadece kendi masum halimi 
inatçı çocuksu romantik halimi
hatırlamanın acısı şimdi kanımda coşan
belki biraz da
unutmuş olduğumdan 
tüm unutulası yanlarını
bu sarhoşluğum
arta kalan posanın tatlı tadından

                                      Bursa - 30.01.2016



24 Ocak 2016 Pazar

dar zamanların tanrısı

dar zamanların tanrısı
hep geç kalır
çağırdığımda

ama dar zamanlarımda
hep yanımdadır

                         Bursa - 24.01.2016

23 Ocak 2016 Cumartesi

kırıntı

topun rahmine düşüyor mermi 

(Bursa - 23.01.2016)

kırıntı

suya yansıyan deniz

(Bursa - 23.01.2016)

deforme olmuş paralel yaşamlar

bir sürü oyun malzemesi
binlerce, milyonlarca, milyarlarca bulmaca
üstüne üstlük rastlantı, hatta kaos
bedenin ihtiyaçları, beynin hazları
beden/beyin'in acıları
milyarlarca doğup ölen beden/beyin'in rastlantısal rastlaşmaları
buluşmalar, konuşmalar, paylaşmalar, dokunmalar, sevişmeler
sürer gider
her yeni nesil yeni bir ideal sandığı aynı umudu kalbine yerleştirir
peşinden koşturduğu bir hedef yapar
oysa hedef değil yakıtıdır aslında
hedef yoktur, yolculuk vardır, hedef yakıttır, tüketilene kadar yolculuk yürür
yok hayır bunlar değildi söyleyeceklerim
bambaşka şeyler söyleyecektim
ama anlaşılan artık başka bir şey söyleyemez oldum
söylenecek bir tek bu kaldı
bunun milyarlarcası ve hepsi teker teker bir hiç sonuçta

ama bu çığırlar açıyor dediğimiz yeni teknolojiler
yeni değiller
aslında eskinin hep varolmuş olan ihtiyaçsal ve evrene has boyutlarının
uzatılmış halleriler sadece
ve onların da bizim gibi gidebilecekleri bir yer yok
sadece yolculuktan ibaretler
en küçük ve en büyük
mikro ve makrokozmos da öyle
bu yol kenarına sıralanmış tuzaklara basmadan yürüyebilirsen aslında farkında olmayabilirsin anlamsızlığının
sonsuz bir tekerleğin içinde dönen bir fare olduğunu anlamazsan koşmaya devam edebilirsin
ve durmaktan bir farkı da yoktur aslında
tuzak sadece seçkin bir zümreye has özel bir işkencedir
sadece insan soyunun en iyi mahsulü olan oğulları ve kızları layıktır bu özel eziyete
sadece onlar bu basılmasın diye yoldan özenle uzaklaştırılmış
ve türlü karmaşık düzeneklerin içerisine gizlenmiş tuzakları
-yo hayır, görünmeden tuzağa düşülsün diye değil, tam tersine-
bitip tükenmez bir enerjiyle, yorulmadan, adeta kudurmuşçasına arar ve bulurlar
yok hayır bunları da söylemeyecektim aslında
ama hep bunları söyler oldum
bunu da demiştim sanırım

bu yüzden belki de
binlerce yıl önce yaşamış o insanların bilgeleri
bizden daha az şey görmüş değillerdi
hatta beyinleri daha az bulandığından ve muhtemelen mideleri
ve daha az oyuncakları olduğundan -şüphesiz
çok daha berrak bir görüye sahip olmaları muhtemeldir
eğer dinin ve inançların
soyun ve toplumsal dayatımların
ve keşfetmekten sıkılacak kadar uzun olmayabilen yaşamın
pençesinden kurtarabilmişlerse kendilerini
bir şey bulmuş olmalılar, bir kestirme çıkmaz sokak
denizde sonlanmayan bir ırmak
bunu mu söyleyecektim bilmiyorum
pek de bir önemi yok aslında

(Bursa - 23.01.2016) 

çeşitlilik

bana plastik şeyler söylüyorsun
yüreğimden bir sıkıntı akıyor
gürültülü bir şeyler mırıldanıyorsun
sesin eski - sesin yırtık - sesin sen
sonra saksıdaki çiçeklerle tanışıyorsun

oysa ben ne zaman konuşmaya kalksam
cam kırıkları kusuyorum
ve en körpe yerimden bayatlıyorum
sesim eski - sesim yırtık - sesim sen
cevapsız soruları yanıtlıyorum

(Bursa - 23.01.2016)

18 Ocak 2016 Pazartesi

her

bir sabah uyanırsın
bakarsın ki
bir kalabalığın ortasındasın
bir hengame, bir curcuna
bağrış, çığrış koşturan insanların arasındasın
ne olduğunu anlamaya çalışırsın
ama vaktin yoktur
herkes panik halinde bir yöne doğru koşmaktadır
ayağa kalkarsın
bir insan seli seni de önüne katar götürür
durmaya düşünmeye vaktin yoktur
kaçmalısın, koşmalısın
bir yere yetişmelisin
herkesin varmaya çalıştığı o yere varmalısın
geç kalmamalısın, geç kalmak ölümdür
ama önce şuraya uğramalısın
sonra buraya uğramalısın
öyle pat diye varamazsın o hedefe
öyle kolay olsaydı herkes bu kadar zorlanır mıydı
kendini ispat etmelisin

farklı fikirler duyarsın sonra
değişik yollar
herkesin gittiğinden farklı
gizli patikalar vardır duyarsın
tehlikeli dağ yolları vardır
kimsenin girmediği vadilerden geçen
sonra gidip de dönmeyenlerin hikayeleri
kafan karışır
ama vaktin yoktur yine de bunları düşünmeye
sürü seni içine katıp sürükler

bir gün gelir
itiş kakışın arasında
bir şey olur
kalbin durur
kalbin çarpar
sesler kesilir
sesler kesilir
tüm sesler kesilir
ve sen
içinde çınlayan
belki de hep çınlamış olan
evet hep çınlamış olan
mutlaka hep çınlamış olan
o kısık sesi duyarsın
o miniminnacık sesi duyarsın
öyle bir duyarsın ki
başka bir şey duyamaz olursun
sağır olursun
boğar seni
öyle bir duyarsın ki
hiçbir ses bastıramaz olur
öyle bir duyarsın ki
susturamazsın

bir sabah uyanırsın
bakarsın ki
bir kalabalığın ortasındasın
ve çok uzak düşmüşsün o büyülü yerden
bakarsın ki
herkes yanlış yöne doğru koşuyor
ve seni de alıp götürmüşler
koparmışlar dalından
dur yavaşla
yavaşla dur
...

bir sabah uyanırsın
bakarsın ki
yapayalnızmışsın aslında hep
ve oradasın
ve orasını hep yanında taşımışsın
boşuna koşturup durmuşsun
boşuna korkmuşsun
yorulmuşsun
...

bir sabah uyanırsın
bakarsın ki
her yerdesin
ve ulaşman gereken hiç bir yer yok aslında
ve sen de yoksun
ve hiçbir yerdesin
ve herkes
hiçkimse aslında
...

                                                 Bursa - 18.01.2016


sıradan bir gün

ağaç dikmeye kendini kaptırıp
meyveleri toplamayı unutma

(Bursa - 18.01.2016)

Everything's part of a bigger thing

Sen büyük hareketin içindeki miniminnacık bir parçasın. Hareket tamamen senin gibi miniminnacık milyarlarca parçanın hareketinin bileşkesi ve bu anlamda yaptığın şeyler önemli ve anlamlı. Ama yaptığın şeyler ve sebep olduğun hareket önemli olan, sen değilsin. Sen birey olarak bir hiçsin. Sen sadece evrimsel büyük hareketin bu zaman diliminde gerçekleşecek olan parçasının içindeki o miniminnacık rolü oynayan kişisin. O kadersel olarak kaçınılmaz rol önemli olan ve sen sadece o rolün uygulayıcısısın. Sen olmasan da o rol oynanacaktı şüphesiz başkaları tarafından. Savaşta taşınan bir bayrak gibi, sen taşımasan da, o bayrak birilerinin elinde yere düşmeden ilerleyecek.

Şu an kendini ana akımın hareketine ters ve yalnızlaşmış bir ters hareket içinde hissediyor olabilirsin. Şüphesiz senin gibi düşünen ama tanımadığın binlerce insan var. Bu dahi senin oynadığın rolü geçersiz ve etkisiz kılmaz. Büyük akıntının içindeki o küçücük ters akıntının, o minik kollu girdabın nelerin habercisi olduğunu bilemezsin. Belki büyük akıntıyı oyalayan ve etkisi ancak çok sonraları anlaşılacak olan başka bir şeye yol açıyorsundur. Ya da genelde olduğu gibi bir şeye yol açıyor ya da açacak olsan da, şu an ya da ileride bakıldığı zaman tek tek motiflerine, atomlarına, parçacıklarına ayrıştırılamayacak olan ve dolayısıyla da izi sana sürülemeyeceği için bireysel bir iz bırakma umudunu tamamen bir kenara itmen gereken bir hareketin unutulup giden uygulayıcısı olarak küçücük bir zaman diliminde varsın sadece.

Peki o zaman bu mücadele niye diye düşünüyor olmalısın. Madem ben birey olarak bu kadar önemsizim, neyin derdindeyim? Aslında dert bireysel olarak senin derdin değil şüphesiz. Sana isabet etmiş piyangonun gerektirdiği rolün sahiplenicisi olarak ve gayet de net olarak bunu başkalarının da yapabileceğini bildiğin halde, bu ikame psikolojisi içinde nasıl ciddiye alabilirsin üstlendiğin rolü? Yoksa bu mücadele etme hissi, bu varoluşsal kaygı, bu önemsizliğe karşı her gün beynini yiyip duran ve görmezden gelmeye çalışarak ancak hayatını gün be gün sürdürebildiğin isyan dalgaları da bu rolün yanında gelen vazgeçilmez duygular mı? Bireyin üstlendiği rolün absürtlüğüne duyduğu tepkiden değil de, bireyde bu rolü oynuyor olmanın zorunlu yanetkisi olarak mı varlar? Rolü oynamaya karşı bir tepki olarak değil de, rolün içinde ve kendi parçası olarak mı beliriyorlar beyninde. Yoksa bu birbirine karşıt gibi görünen ikilik de aslında bir ve aynı şey mi?

Everything happens for a reason - "Children of Men"

                                                                          Bursa - 18.01.2016

Ein Heller und ein Batzen

Anlaşılmak isteği ne kadar da güçlü.
"Ein Heller und ein Batzen"ı dinliyorum ve bende uyandırdığı karmakarışık hisleri paylaşabileceğim kimse yok. Bu karmakarışık hisler, karmakarışık oldukları için biliyorum ki hayvansı. Ama öte yandan kendilerini tetikleyen şey tamamen insanın kültürel üretiminin sonucu ve alabildiğine insana ait.

(Bursa - 18.01.2016)

12 Ocak 2016 Salı

belirti

doğru zamanda, doğru yerde olan o insan
hepimiziz
zamanı geldiğinde o olay olacak
ve orada biri olacak
zamanı gelen çiçeklerin açtığı gibi
bir şeyler o aç boşluğu dolduracak, besleyecek
bir insan orada meşhur olacak, tarihe geçecek
kendisi olduğu için değil
olgunlaşan meyvenin daldan kopup düşmesi gibi bir zorunluluk
neredeyse kendi iradesi dışında bunu yaptıracak ona

peki neden herkes o anda, orada, o rolü oynamak ister?
getirdiği şan ve şöhret yüzünden, para yüzünden, ölümsüzlük yüzünden...
aslında biz değilizdir oysa ölümsüz olacak olan
bir isimdir sadece
önünde durulamaz olan ve zamanı gelen şeyi harekete geçiren o koluzdur, istemsizce...

tüm evren en küçükten en büyüğe doğru belirir
beliren seviyelerden biridir sadece toplumsal hareketin içindeki küçücük insan
bir belirtidir.

(Bursa - 12.01.2016)  

kırıntı

öldüğümde eşitleneceğim
göreceğim hesabımı
bütün bu adaletsizliğiyle dünyanın

                                       (Bursa - 12.01.2016)

kırıntı

bıçağa dökülür yara
yeryüzünde unufak kan

(Bursa - 12.01.2016)

Mezzanine - Group Four / Deneme

Massive Attack'in Mezzanine albümünden Group Four'u dinlerken yazıyorum şimdi:
Melodiler insanı neden onları ilk dinlediği ana götürürler. İlk dinlediği ana demeyelim de, yoğun olarak dinlediği döneme. Ama genelde o dönemde de belirli bir an takılır insanın beynine. Sanki müziğin bir noktası çok sivri bir uç gibi dönerken insanın beyninde bir yere temas eder ve iz bırakır. Artık o melodiyi ne zaman dinlesek o yara sızlar içimizde.
Şüphesiz o anlar hep özlenen anlardır. O anları yaşarken acılar içinde kıvranmış olsak, içlerinde yaşarken hayata lanetler yağdırmış olsak da, şimdi dinlerken, o melodiler sanki kovulduğumuz ve artık geri dönemeyeceğimiz bir cennette geçen katıksız mükemmellikte zamanları yankılar.
ODTÜ'de master yaptığım dönemde, üniversiteden eve geç saatlerde arabayla dönerken, araba teybinde kasetten dinlerdim Mezzanine albümünü. O beyaz fonun üzerindeki yakın çekim böcek fotoğraflı albüm kapağının vites kolunun yanındaki boşlukta duran görüntüsü hala hafızamda. O şarkılar bana, Balgat'ın boş ara sokaklarında, sönük, puslu sokak lambalarının hızla yanımdan geçerken seyrekçe araladığı gece karanlığını hatırlatır. Şüphesiz çok daha uzun bir dönem boyunca zamana yayarak dinlemişimdir ben o albümü, ama araya giren bunca yıldan sonra ne zaman tekrar dinlesem, o albümün müzikleri o sokaklardır, yanımdaki koltukta oturan Uluhan'dır, sevgilim Banu'dur,..
Ve o gecenin sessizliğini dağıtan o tekrarlanan sestir: "love you, love you, love you, love you, love you, love you, love you" ve ritim girer. Kalbine girer ve bir daha çıkmaz. 

                                                                                                  Bursa - 12.01.2016

8 Ocak 2016 Cuma

beyin ne zaman bu kadar büyüdü de, evrenin hakimi olması gerektiğini düşünecek kadar kibirli bir bakış açısına büründü?
evrenin, özünde ölümlü bireyin değil soyun sürdürülmesi yani hayatta kalması ve üremesi amacıyla ve soyun çıkarına, ama yine de bireyin içinde oluşturduğu beyin...
neden artık kendisini oyalamak için önüne konan oyuncaklarla yetinemez hale geldi? neden her şeyin arka planında özenle gizlenmiş o esrar perdesinin arkasını görmeye ve her şeyin anlamsızlığını sezmeye başladı.
yememesi gereken yasak elma işte ilk kez şimdi ağzında erimeye başladı. uyarılmasına rağmen gerçekleri görme isteğine yenik düştü ve binlerce yıllık o büyük çabanın sonunda ödül beklerken, kendisine hazırlanmış büyük bir tuzak, bir işkence buldu.
insanın gözündeki perde, gerçekte kopmuş uzuvları, dağılmış organları, yüzülmüş derisiyle yerde yatarken kendisine verilmiş ağrı kesicilerin etkisiyle hiçbir şey hissetmemesine benziyor. sonra bu ağrı kesicinin etkisi birden kesiliyor ve gerçeği tüm çıplaklığıyla görmenin ve hissetmenin acısıyla başbaşa kalıyor. öyle ki, kendisine sunulmuş o ağrı kesiciyi tekrar tadabilmek, kendisini oyalayan o sahte oyancaklara tekrar inanabilmek için tüm bu gerçeği geri vermeye bin kere razı. ama artık çok geç. eşik bir kere geçildi, göz bir kere açıldı mı, geri dönüş mümkün değil.

3 Ocak 2016 Pazar

deneme

Gençlik, gençliğini sağlıklı yaşayanlar için, idealizmle, dünyayı değiştirme mücadelesiyle, bol bol konuşma, ikna ve aksiyonla geçiyor. Çünkü o yıllardan baktığında sanki önünde uzanan yaşam sonsuz, elindeki güç yeterli ve etrafındaki insanlar hep senin gibi düşünenlerden oluşuyor. Önünde uzanan geniş zaman bir şeyler için uğraşmaya değer görünüyor.
Yaşlandıkça susarak, izleyerek ve bir şeylerin zamanı gelmeden değişemeyeceği gerçeğini içine sindirmeye çalışarak yaşamaya çalışıyorsun. Çünkü zamanın ruhu adeta kendisine yöneltilen tüm silahları savuşturuyor, tüm uygulanan kuvvete rağmen yerinden santim oynamıyor.
Aslında bunların hiçbiri değil. Kafam karışık sadece...

2 Ocak 2016 Cumartesi

deneme

Yeni teknolojilerin, internetin, sosyal medyanın, kolayca ulaşılan amaçsız online oyunların büyük bir sakıncası olduğunu düşünüyorum. İnsanı sıkılmaktan alıkoyuyorlar. Çünkü zorlu akıl yürütmeler, bir eser ortaya koyma çabası gibi uğraşlara göre bu kolaycı kaçışlar her zaman daha cazip olacaktır. Oysa sıkılmak insanın kendini keşfetmesidir.

Bursa - 02.01.2016