24 Şubat 2016 Çarşamba

Kabus

Tüm gece boyu kabus görüyorum. Özellikle de sabaha doğru, kalkacağım saatten çok önce uyanırsam hele, saat çalana kadar sinirimi bozan ne kadar şey varsa beynime üşüşüyor.
Her minik uyuyuş ve uyanışımda başka bir kabus. Öyle gerçeküstü, canavarlar, katliamlar, kovalamacalar falan değil, tamamen gerçekçi ama abartılmış şeyler. Günlük hayatla ilgili şeyler. Yetişmeyen işlerin koşuşturması, çözülemeyen sorunların paniği, eski sevgililerin mutlulukları, benim yalnızlığımın tam ortasına ikinci çocuğunu doğuranlar... Arada gözümü açar gibi oluyorum ve bir an için bilincim yerine geliyor. İşte esas o an, sanki kanımda dolaşan morfinin etkisi geçmiş gibi bir acı saplanıyor beynime. Tam da o an aslında rüyamın, gün içinde baskılamaya çalıştığım acı gerçekleri beynime çaktığını en derinden algılıyorum. Gün içinde türlü şeylerle oyalanarak görmek istemediğim her şey, rüya aracılığıyla en savunmasız anımda beni kıskıvrak yakalıyor. Beni o dipsiz kuyunun en derinine bakmaya zorluyor. Huzursuzluktan başım dönüyor, midem bulanıyor. Kusamıyorum.

Sonuçta varoluşsal kaygıların dehşeti içinde, hayatın hiçbir anlamı yok diye dertlenen bir beynin, başkalarının hayatının mutlu anlamlarını bulup çıkarabilmesi büyük bir çelişki kendi içinde. "Angst"ın da ötesine geçiyorum. Kendi hayatını sakinleştirmek, teskin etmek, acılarını hafifletmek, kısacası bu hayata katlanabilmek için hiçbir şekilde sıkıntıya girmeyen beynimin, başkalarının hayatlarının ne kadar anlamlı olduğunu sürekli işlemesi korkunç. Kafamın içinde canıma okuyan bir psikopatla yaşıyorum. Ondan kaçma şansım yok. Terbiye etmeyi ise çok denedim. Her seferinde ıslak sabun gibi elimden kaydı. Daha güçlenmiş olarak geri döndüğünde ise en acımasız yeni işkence metotlarının hepsini üzerimde uyguladı.

Böyle insanın içinden sonsuz bir kaynak gibi fışkıran acıların çaresizliği içinde boğulurken, birdenbire hayatın anlamsızlığı ve hepimizin ölecek olması büyük bir avuntuya dönüşüyor.
"Çünkü" der beynim, "umarım her şey çok çok çok anlamsızdır ve bir an önce ölür gideriz.
Çünkü benim değil başkalarının kaybedecek şeyleri var ve zaman hepimizin aleyhine işliyor olsa da, en az bana zararı dokunuyor". Acıların köşeye kıstırılmışlığı içinde en ilkel ve bencil kimliğine bürünüyor. Herkesi lanetliyor. Gücü yetse, muhtemelen az ya da çok kendisine benzer acılar çeken türdeşlerinin hepsini bir kaşık suda boğmaktan zerre çekinmez o an. Doğanın birliğinden, evrenin ortaklığından alabildiğine izole olmuştur. Trilyonlarca yıldızdan çıkan ışığın bir zerresinin bile isabet etmeyeceği kadar kuytu bir köşede, derin karanlığında boğulmuştur. Ölümün evrenselliği ve kaçınılmazlığı evrendeki ve elinde avucunda kalan biricik adil şeydir o an. Adaletin sadece yok etmede tecelli etmesinin burukluğunu o an duyumsamaz. Oysa ölüm olmasa sonsuz şansı olacaktır her şeyi yeniden kurgulamak için. Sonsuz kere atabilecektir zarlarını. Ensesinde giderek daha yakından duyduğu zamanın soğuk nefesinin bu paniği beslediğini inkar eder, bir kurtarıcı gibi tutunur ona. Düşüncelerinin abartılı olduğunu da bilir içten içe. Karanlıkların her zaman bu kadar karanlık olmadığı zamanların olduğunu hatırlar ve hemen unutur. 

Eğer insanın hiçbir sorununun olmaması bu tür iç bunalımlara yol açıyorsa, sorunsuzluk belki de en büyük sorundur derler. Ama ben böyle olmadığını düşünüyorum. Ben bütün o sorunları görüyor ve her gün yeniden yaşıyorum çünkü. Sadece şu an geçici bir süre için onların içinde olmadığımı ve bir zaman sonra hepsini tek tek yaşayacağımı her gün yeniden yeniden işliyorum. Bir gün annemi ve babamı mezarlığa gömeceğimi, sonra gerçekten hiç kimsem kalmayacağını, sonra yaşlılık sorunlarıyla tek başıma uğraşacağımı ve şimdi sorunsuz gibi görünen dünyanın çatırdayacağını zaten şu an sağlamken görüyorum. İnşa ettiğim binanın katlarını çıkarken o katların tek tek çökeceğini göre göre yapıyorum bunu.
Evet akşam yeniden yatacağım nasıl olsa diye yatağını yapmamak, ya da nasıl olsa tekrar yemek yiyeceğim diye bulaşıkları yıkamamak gibi örneklerle karşıma dikilebilirsiniz. Hayat zaten bu yeniden yapma ve yeniden yıkılma üzerine kurulu da diyebilirsiniz. Hepsini çok iyi biliyorum. Ama işte, içinde bulunduğu labirentten çıkış arayan bir fare gibi dönüp dolanıyorum. O çıkışın aynı zamanda ölümüm olacağını bildiğim için çıkmamaya çalışıyorum, oyalanıp duruyorum bir yandan. Ama çok sıkılıyorum. Kendimi oyalayacak şeylerin giderek tükendiğini ve sabrımı da alıp götürdüklerini biliyorum. Sanki mutsuzluk derin bir kuyu ve ne kadar düşersen düş dibi yok. Kendini her gün yenileme ve seni her gün baskılama yeteneği müthiş. Bir yerde dur durak bilmiyor, alışmaktan anlamıyor. Prometheus'un ciğeri misali her sabah tazelenen bir yara gibi yeniden sana acı vermek üzere hazırlıyor kendini. Oysa mutluluk bir kar tanesi gibi, kendisine sakınır da dokunmazsan ve bozulmasın diye uzak durursan zaten hissedemiyorsun, dokunduğun anda da eriyip bozuluyor hemen. Zaten o kadar nadir rastlanan bir şey ki, önüme kazara bir mutluluk ihtimali çıksa, elim ayağıma dolanıyor, ne yapacağımı, bu yeni durum karşısında nasıl tavır takınacağımı şaşırıyorum. Mutluluk sanki ilk kez tadacağım bir duyguymuş gibi o kadar beceriksizim ki onu yönetmekte, sanki mutluluğa biblo dükkanına giren bir fil gibi kıra döke yaklaşıyorum.

Sonra her sabah aynı döngü tekrar tekrar yaşanıyor. Beynim kördüğüme dönmüş milyonlarca çeşit, karanlığın her tonunda yumakla dolu. Çözmeye çalıştıkça karışıyor. İnsanın cinnet geçirip makası eline alıp doğrayası geliyor.

Bu kadar sözden sonra korkum zaten söylenecek her şeyin söylenmiş olması. Mucizevi bir kurtuluş yok. Sihirli bir kelime yok. Sadece bazen birdenbire iyi hissediyorum. O zaman da "ne oldu da şimdi..." diyorum kendi kendime. Aslında anlamsızlık evim oldu, bunun dışına çıkan durumlara şaşırıyorum ve artık onları sorguluyorum. Onlar bana daha garip geliyor artık.