23 Mart 2016 Çarşamba

ölüm

ölüm ne kadar da hızlı
yavaş geldiğinde bile
nefes aldırmaz insana

ölüm ne kadar da yavaş
sanırsın oysa
sıkıldığınla kalırsın
binbir hayal ortasında
bomboş çıkar yaptıkların
buza yazılar kazırsın

17 Mart 2016 Perşembe

Öte

Ben öldükten sonra, beni alıp geniş duvarlarından birinde dev bir ekranın olduğu baştan aşağı bembeyaz boş bir odaya götürdüler. Sonra en başından başlayarak hayatımı gösterdiler ve belirli yerlerinde durdurarak, yaptığım tüm hataları, aldığım tüm yanlış kararları, aptallıklarımı bir bir önüme koydular. Yaptığım hataları her ne kadar yaşamımın ileriki dönemlerinde sezinlemiş olsam da, bunların net bir şekilde, şimdi öldükten sonra önüme konulması, bir anda binlerce pişmanlıkla boğuşmama ve kahrolmama neden oldu.

"Burası cehennem olmalı" diye düşündüm dehşet içinde. "Nereden biliyorsun?" dedi bir ses. "Benim sorumluluğum altındaki, yaşanmış bitmiş koca bir hayatın binlerce hatasını, şimdi artık ben onları düzeltecek hiçbir şey yapamayacakken bu şekilde önüme koymak işkencelerin en büyüğü değil de nedir?" dedim bu sefer sesli bir şekilde. "Hayatının senin sorumluluğun altında olduğunu da nereden çıkardın?" dedi ses, "ayrıca, henüz ölmemişken de, hayatının daha erken dönemlerinde yapmış olduğun ve geri dönüşü olmayan hatalarının hangisini düzeltebildin ki? Belki de geldiğin hayat cehennemdi ve şimdi hiçbir şeyi düzeltemeyecek olmanın huzuru içinde cennette olmalısın"

Sonra bir çocukluk rüyamın ortasında buldum kendimi. Genişçe ama yamuk yumuk taşlarla örülü bir kaldırımın ortasında telaşlı telaşlı yürüyorum. Annem az önce yanımdaydı, ama şimdi ortalarda görünmüyor. Kaldırımın yol olmayan tarafında ötesinde ne olduğunu göremediğim alçak bir duvar var. Göremiyorum çünkü benim de boyum kısa. Duvarla kaldırımın arasındaki yaklaşık iki metrelik mesafede ise sık bir çalılık var. Bulduğum bir aralıktan çalılığın içine dalıyorum. Bunu yapmamam gerektiğine dair bir endişe akıp geçiyor kafamdan. Çalılığın içinde tünel gibi loş ve dar bir boşluk kıvrılarak devam ediyor. İlerleyip ilerlememek konusunda tereddüt ediyorum. Sonra birden kaskatı ve güçlü iki kol belimden yakalıyor beni. Sarsılıyorum. Kollar bir mengene gibi sarıp sıkıştırmaya başlıyor beni. Kolların ucunda yengeç kıskaçları gibi kocaman iki kıskaç var. Giderek daha çok sıkıyorlar. Nefesim kesiliyor, ciğerlerim yanmaya başlıyor. Böbreklerimin üzerinde bir sancı hissediyorum. Sonra annemin bağrışlarını duyuyorum. "Çalıların içinde yılan olabilir demiştim sana" diyor. Uyanıyorum.

"Yok artık" dedim. "Rüyalara kadar gireceksek, bu işin sonu gelmez". "Endişelenme" dedi ses. "Yaşarken, sürekli hiçbir şeye zamanım yok diye yakınır dururdun. Eski alışkanlıklardan kurtulmak zor tabii. Öte yandan pek de haksız sayılmazdın hani, çünkü aslında zaman diye bir şey yoktur."   

O an artık dayanamadım. Zamanın çok olması, ya da olmaması, ya da bu ikisinin aynı şey olup olmadığı umrumda bile değildi artık. Seyretmek istemiyordum daha fazla. Bu ekranı kapatan bir düğme olmalıydı elbet. Kimini unuttuğum, kimini ise unutmak istediğim, önümde akıp giden görüntüleri durdurabilmek umuduyla yerimden yavaşça doğruldum. Daha doğrusu öyle sandım. Çünkü birden ayaklarım yerden kesilir gibi oldu. Kafamda ve midemde, aynı anda, sanki her şey dönüyormuş ya da kaydıraktan kayıyormuşum gibi garip bir boşluk hissettim. Tüm duvarlar, zemin ve tavan, aralarındaki sınırların ve geçişlerin anlaşılamayacağı şekilde bembeyaz olunca insan dengesini kaybediyor, mesafeleri ve yüzeyleri algılayamadığından, boyutsuz bir boşlukta süzülüyormuş hissine kapılıyor tabii. Ama aslında öyle olmadığını hemen farkettim. Çünkü ayaklarım ileri geri hareket ettiği halde ekrana yaklaşamıyordum.