18 Aralık 2024 Çarşamba

kırıntı

sesim ıslandı yağmurda
zamanın eli
dokunmadık yer bırakmadı

11 Aralık 2024 Çarşamba

kırıntı

yaşamayı seven insanların dansları
sallanarak önümden geçip gidişleri
oyalanmaları zamanlarının sonsuzluğunda
oyalanmaları bitmezmiş gibi zaman
oyalanmaları ecelsiz
ecelsizliklerinin damgasını taşımaları yayvan gülüşlerinde
 
yaşamaya katlanan insanların yorgunlukları
sessizliklerinin ardında taşıdıkları karanlık
camlardan dalıp gidişleri boşluklara
oyalanmaları karanlığın sonsuzluğunda

yaşamaya katlanamayan insanların kararsızlıkları

4 Kasım 2024 Pazartesi

kırıntı

karanlığı içime çektim
o içine çekmeden beni
bir kapı kapandı sandım
bir kapının sesi sandım
suratındaki

ne kadar da güzel sessizlikler var
hiç bilmediğim

31 Ekim 2024 Perşembe

bodoslama

ve sonunda eşikler aşıldı
içimi dolduran dumandan
görünmez hale geldi zaman
ışıklar bulandı
basitlikler saklandı

basit hiçbir şey kalmadı
oturup çay içmek
havadan sudan boşluklarla konuşmak
her şeyi yavaş yapan o insanlar kalmadı
sıkılmayı özledim
göğsümden dolup taşan
ne yapacağımı bilemediğim zamanı özledim
elim ayağıma dolaşırdı yaşamdan
basitliğin heyecanından delirirdi hayallerim

beynimizi delip geçti kaos
bak her yerim çeşit çeşit kararsızlık


yamuk yumuk yaraların yarısı

ah dostum
dostum yok musun
sulardın gölgelerini çiçeklerin
yağmur altında - bulut üstünde
ne çok zamanı aşındırdık cahilce
dokusunu zedeledik hayatın
küstü bize tüm anlamlar
ve anlamsızlık tanrıları
hiçbir gerçeklik bırakmadılar bize

nereden gelir ki bu yollar
bu sözcükler konuşmalar
nereye gider bu insanlar
kalmadıkları zaman
kalamadıkları zaman bizimle

biriktirdim saçlarımı
zaman biriktirdi beni
çiğneyip tükürdü tek tek yaşlarımı
tozlu yolları yadırgamazdım
yürür giderdim korkunç sokaklarla dolu semtlere
korkunç yüreklerle dolu ellere
korkmuş çocuklarla dolu evlere
girer çıkardım durmadan

şimdi ufacık bir fısıltı görsem köşede
korkacağımı sanırım
korkmaya hazır büzüşürüm
dizlerimi saran kollarım bekler
kollarıma dokunan dizlerim bekler
trenden inen yağmurlar bekler 
hepsini görürüm

ben öğrenmeyi unuttum
hatalarımı anlamayı unuttum
cebimdeki kimliğimi
yüzündeki fotoğrafı
uçup giden oksijeni unuttum
bir şey bilmediğimden olsa gerek
yaşadıkça öldüğümden olsa gerek
anlayamamış olduğumdan olsa gerek
içimde bir hastalık
yarasız kanıyorum
boşalmıyor damarlarım


2 Ağustos 2024 Cuma

kırıntı

seviyorum dağınık duruşlarını
fotoğraflarda
eski insanların
heybetli meydanlarda


10 Temmuz 2024 Çarşamba

kısırdöngüler

bir şey yapmadan bekliyorum
bir şeylerin olmasını
sonuna kadar
bekliyorum
her şey için artık geç olmasını
ben böyle öğreniyorum
ve böyle öğreniyorum
hiçbir şey öğrenmemiş olduğumu da

ancak zaman gösterebilir
yanıldığımı
gösteriyor da


27 Haziran 2024 Perşembe

Pencerende - 2

                                                            Dilek'e
bazen unutuyorum kendimi
bazen derken sık sık
unutuyorum kendimi
unutuyorum kendimi ve
başım dönüyor yok olmaktan

bazen başım dönüyor
yok olmaktan değil de
onu hatırlamaktan
onu hatırlayıp durmaktan
yoruluyorum bazen
yoruluyorum da denemez aslında
farkında olmuyorum çünkü

sonra sessizliği çıkıp geliyor
kendisi gelmese de artık
sessizliği uğruyor yanıma
sessizliği demek de yanlış
çığlıklara benziyor çünkü
her gelmeyişi

eskiden pencereye kuşlar gelirdi
gençtim camdan bakardım
göremezdim kuşlardan ötesini
şimdi yoklar
kuşlar
pencereler
gençlik
her şeyin gidişine alıştım 
sanmıştım oysa
bazen unutuyorum kendimi

                                                                               İstanbul, 27.06.2024

17 Haziran 2024 Pazartesi

nekropol

şehir mezarlıkları
şehrin dışında beklerler
ölülerini

şehir büyüdükçe
şehir işgal etmez mezarlığı
mezarlık ele geçirir şehri
şehir mezarlığa dönüşür

liberation

misyon

bu dünyada bir misyonumuz mu var?
varsa yazıklar olsun
beni harcayana
beni sürüye kurban edene
beni ben değil biz yapıp sonra da ayrıştırana 

                                                                    Küçükyayla, 17.06.2024

12 Haziran 2024 Çarşamba

kırıntı

artık tat almalıyım - almalıydım
bu tatsızlıktan kendime
yeni aromalar çıkarmalıydım
damıtmalıydım esanslarını
yaşayamadığım düşlerin

bir çilek tarlasında bağdaş kurup
yağmurla yıkanmalıydım
ağlamama gerek kalmadan

7 Haziran 2024 Cuma

put down (knock knock)

dünya
boş olduğu kadar
yapamadığım şeylerle de dolu
hacca gitmek kadar
öldürmekle de
putların yerine insanları koyup
devirmekle de...

                                            07.06.2024
                                                      İstanbul

31 Mayıs 2024 Cuma

kırıntı

önce sessizliği geldi

***

sessizliği her yerde

22 Mayıs 2024 Çarşamba

kırıntı

epeydir yağmurun suyu yok
ve gölgesi yok güneşin
tadı tuzu yok gerçeğin

denemek ne güzel şeysin
denemek ve sürekli yenilmek
yenilecek bir şey kalmayana dek
kaybetmek

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Rüya - 18 Mayıs 2024

Orta Anadolu'da bir yerde, yerleşim yerlerinden uzak, biraz ağaçlıklı bir bozkırın ortasında bir binalar kompleksi. Eski bir tarikatın şimdi terkedilmiş ve turistik bir destinasyon haline gelmiş binaları. Ben bu binaları (daha önce de gelip görmüşüm belli ki) yanımda burayı ilk kez görmeye gelen (ama gerçek hayatta tanımadığım) 3 arkadaşa gezdiriyorum. 

Buradaki ana etkinlik 2 tane aslında. Birincisi doğrudan avluya girdiğinizde karşı cephenizde sizi karşılayan büyük taş binanın hemen sol kıyısına iliştirilmiş gibi duran küçük yapının içinde (Bilinçaltımda Lüleburgaz'da şimdi yıkılmış olan Mimar Sinan eseri kervansarayın aşevine gönderme mi?). Buraya girdiğinizde sizi birkaç oda karşılıyor. Odaların duvarları ve kapıları tamamen camdan (Lesaffre Genel Müdürlük 6. Kat'a gönderme mi?). Karşıdaki dikey ve uzunlamasına odanın içinde vücudu anormal derecede ince uzun ve kafasının hareketlerinden çok normal olmayan bir birey olduğu belli olan bir adam geziniyor. Odanın kapısı kapalı ve oradan hiç dışarı çıkmadan odada volta atıyor. Biz binaya girdiğimizde dahi, cam duvarlardan normalde bizi görebileceği halde, hiç bize bakmıyor ve adeta bizi fark etmiyor. Oda içindeki hareketlerine devam ediyor. İşte bu eski tarikatlar kompleksinin birinci etkinliği bizzat bu adam.

Normalde zararsız gibi görünen bu adamın bulunduğu odanın kapısını açıp yanına girdiğinizde ise sizi hemen fark edip üzerinize yürüyor. Buradaki önemli nokta size dokunmasına müsaade etmeyecek bir mesafeyi korumak. Ama bunu yapmanız çok zor. Nitekim gezdirdiğim arkadaşlardan biri bu maceraya atılıyor ve odaya giriyor (zaten etkinlik bu nihayetinde). İçerideki garip adam hemen onun üzerine yürüyüp onu sıkıştırıyor ve omzuna dokunuyor. Bu gerçekleşir gerçekleşmez arkadaşım da aynı şekilde meczuplaşıyor. Kendisine seslenildiğinde duymuyor ve tepki vermiyor. Donuk bir şekilde o da odada dolanmaya başlıyor. Onu kurtarmak ve eski haline döndürmek için yapılması gereken şey, duyabileceği bir uzaklıktan kendisine bu durum için kullanılan kısa bir dua okunması. Bu okunur okunmaz yine eski haline dönüp, oradan çıkıyor ve aramıza katılıyor.

Ama bu işlem sırasında elbette dikkat edilmesi gereken birkaç püf noktası var: Birincisi bu duayı okuduğunuzda, arkadaşınızın bu anormal adamdan, kendisine hemen yeniden dokunamayacak bir uzaklıkta olmasına dikkat etmek. Çünkü dua okunur okunmaz arkadaşınız yeniden normal bir insan haline dönüşüyor ve bu durumda o garip adam hemen arkadaşınızı sıkıştırıp yeniden bir meczuba dönüştürüyor. Ben de dikkatlice aralarındaki mesafe yeteri kadar açıldığında duayı okuyorum. Arkadaşım kendine gelir gelmez, garip adam kendisine ulaşamadan odadan çıkıyor ve kapıyı yeniden adamın üstüne kapatıyor. Doğal olarak bu adamın yanına, sizi dua okuyarak kurtarabilecek arkadaşlarınız olmadan girmek çok büyük bir risk ve asla yapılmaması gereken bir ihmalkarlık olur. Ancak bazı durumlarda eğer duayı okumakta gecikirseniz (mesela arkadaşınız yeterince mesafeyi açsın diye uygun bir zaman beklerken), bu garip adam artık açık olan kapıdan dışarı çıkarak odasını terk edebiliyor ve içeride arkadaşlarını kurtarmak için pozisyon almış kişilerin de artık üzerine yürüyebiliyor. Normalde kapı kapalıyken ise bunu nedense yapmayı kendiliğinden akıl edemiyor. İşte böyle durumlarda risk daha da artıyor ve özellikle duayı okuması gereken kişinin  kendisine dokunulmasından kaçınması gerekiyor ki, kalan kişileri dua okuyarak kurtarabilsin. Garip adam odayı bir kere terk ettikten sonra, tüm arkadaşlarınızı kurtarsanız bile artık garip adamı kendi odasına sokamadığınız durumlar oluşuyor ve böyle durumlarda, binaya giren kişilerin, içeri adım atmaz bu garip adamla burun buruna gelmeleri riski oluşuyor. Bu durumu buranın idaresinden sorumlu kuruluşun bazı eğitimli bakıcılarla çözdüğünü düşünüyorum.

Bu tarikat kompleksinin ikinci etkinliği ise, yapıların en sol tarafında avlunun içerisinde yer alan bir büyük çalıda gerçekleşiyor. Bu çalının içinde yaşayan oldukça büyük, sarı-beyaz renkli ve yumuşak etli bir örümcek var. Bu örümcek de normalde kendisine dokunulmadığı zaman sabit bir şekilde yerinde duruyor. Ama dokunduğunuzda başlayan ve gerçekleştirdiğinizde size iyi geldiğine ve dileklerinizin gerçekleştiğine inanılan bir ritüel başlıyor. Ancak bu ritüeli kurallarına harfi harfine uyarak gerçekleştirmeniz gerekiyor. Ben de arkadaşlarıma göstermek için bir deneme yapıyorum. Yaptığım şey şu: Örümceğin tam ortasına işaret parmağımın ucu ile dokunuyorum ve dokunur dokunmaz da bu örümceğin hemen sırayla gideceği 6 noktaya o oraya varmadan önce elimi değdiriyorum. Bu altı noktanın çalının üzerindeki yerleri belli ve örümcek dokunmayla harekete geçer geçmez son derece büyük bir hızla ve belirli bir sıra ile bunların hepsine uğruyor. Örümcekten çok daha hızlı bir şekilde bunu yapabilmek, hem uğrayacağı noktaların sırasını bilmek açısından iyi bir ezber, hem de örümceğin hızını düşününce büyük bir el çabukluğu gerektiriyor. Ben geçmişten deneyimli olduğum için bunu başarıyorum. Arkadaşlarım ise yapmayı çok zor buldukları için denemiyorlar. 

Ama sonradan orada bulunan bilge ve yaşlı bir adamdan, aslında gerçekleştirdiğim ritüelin bir yanlış inanış, batıl bir inançtan kaynaklandığını öğreniyorum. Örümcekle yapılan ve gerçekleştirmesi çok daha zor olan asıl ritüeli anlatıyor ve yerinde gösteriyor bize. Bunun için eline ince 16 tüyden oluşan bir özel tasarım aparat alıyor. Bu tüylerin birleştiği yerde hepsini bir arada tutmaya yarayan bir kavrama sapı var. Tüylerin her biri özel uzunluklarda ve açılarla bir araya getirilmişler ve sadece bu ritüel için özel olarak ve büyük bir hassasiyet ve ince bir toleransla imal edilmişler. Yaşlı adam, bu ince tüylerin uçlarını balla karıştırılmış tatlı bir suya sokup çıkarıyor. Bu işlem sonucunda 16 tüyün her birinin ucu birer tatlı su damlacığı ile kaplanıyor. Sonra örümceğe dokunuyor ve dokunur dokunmaz da, tutacak sap kısmı tam örümceğin ortasına denk gelecek şekilde bu tüylü mekanizmayı çalıya doğru dokunduruyor. Böylece bu 16 tüyün ucunda bulunan ballı sıvılar, çalının üzerindeki, önceden çok net bir şekilde yerleri tespit edilmiş olan belirli kritik noktalara dokunuyor. Ancak tüylerin uzunlukları o kadar hassasiyetle belirlenmiş ki, sapı aşağı doğru indirdiğinizde, tüyler çalıya aynı anda temas etmiyor. Farklı uzunlukları ve çalının yapraklarının farklı yükseklikleri gereği tüyler yapraklara belirli bir özel sıra ile temas ediyorlar. Temas eder etmez de uçlarında asılı duran ballı sıvı damlacıkları tüylerden kurtulup yaprakların üzerine belirli bir sırayla geçiyorlar. İşte örümcek de, tam bu belirli sırayla, bu belirli noktalara son derece hızlı bir hareket gerçekleştirerek bu ballı sıvıları tüketmek için hamle yapıyor. Onları çalıdaki hem temas sıralamasına uygun bir şekilde, hem de tam gereken noktalara ulaşarak tüketmesi işleminin kendisi, örümceğin belirli bir dans hareketi gerçekleştirmesine neden oluyor. Örümceğin işte bu çok hassas ve hızlı dansının ise, insana mutluluk veren ve dileklerini gerçekleştiren esas ritüel olduğunu söylüyor ihtiyar adam. Ama bu dansı örümceğe yaptırmak öyle insan eliyle manüel yapılabilecek bir işlem olamayacağından, ancak böyle özel aparatlar vasıtasıyla gerçekleştirilebildiğini belirtiyor ve bu aparata rağmen, bu işlemi başarıyla gerçekleştirmenin, onlarca yıllık özel bir eğitim ve el becerisinin sonunda elde edilebildiğini de ekliyor.

                                                                                                                                    İstanbul
                                                                                                                                                                   18 Mayıs 2024



15 Mayıs 2024 Çarşamba

kırıntı

ya bulutları ıslatır
ya çölleri kuruturum

                                            Sahrayı Cedid, İstanbul
                                                15.05.2024


7 Mayıs 2024 Salı

karanlıkların efendisi

geri geliyorlar
tüm renkleri dünyanın
gürültünün arasındaki sessiz kuş cıvıltıları
tüylerimi diken diken eden o heyecanları hayatın
gençliğe benzer bir coşku fırtınası
sanki hiç gitmemişler gibi
geri geliyorlar

sanki kuruyup boşalmış, çatlaklarla bezenmiş nehir yatağına dokunan
o ilk cılız su damarı, o tozlarla kaplı, çatlakların birinin içinde kaybolan
sessizce süzülür gibi akıp gelen o ilk cılız su damarı gibi
öyle geliyorlar
setleri yıka yıka değil belki
ama o günleri hatırlatıyorlar
her yer o kadar kupkuru ki, gazel olmuş toprağa değen o suyun kokusu
öyle tanıdık ve öyle uzak ki - uzaktı ki
nasıl unutmuş olabilirsin o kokuyu
ve unutmamışsın işte 
geri geliyorlar

tüm güzelliklerini taşıyorlar boşa geçmiş zamanın
tüm yoksunluklarını taşıyorlar kayıp yılların
o yüzden biraz da pişmanlığını
kendim olmamış olduğum
başkalarının kanıyla hayat bulduğum
başka bir derinin sıcaklığını giyindiğim
ölmemek için tutunmak zorunda kaldığım
başka çeşit bir ölümün
pişmanlığıyla geliyorlar

ve aslında sadece renkler değil geri gelen
biliyorsun sadece renkler değil
renkler asla kendi başlarına gelemezler biliyorsun artık
korktuğun, hep korktuğun, tanıdıkça daha da çok korktuğun
bir şeylerle geliyorlar
renklerin ve cümbüşün arkasında gizledikleri
o kocaman karanlık
gözünün içine fazlaca baktığında, kendisine dönüştüğün
her şeyi kaplayan, her şeyin kendisine bulandığı
o kocaman karanlık / yokluk / boşluk / anlamsızlık
her şeyin çok anlamlı yüce tanrısı
bin bir ismiyle teşrif edecek, biliyorsun
bu renkler, bu sesler, bu gürültülü ihtişam
onun gelişinin bir habercisi sadece, biliyorsun
geri geliyor

geliyor
tekrar ve yeniden yenileceğim - yenecek
önünde diz çökeceğim - çöktürecek
ayaklarına secde edeceğim - ettirecek
o gönlümün karanlık efendisi
geliyor işte beni teslim almaya
daha önce onlarca kez yaptığı gibi
bu kez de yine şüphesiz
kavrayacak beni o en zayıf yerimden
bulacak yine yumuşacık yaralarımı
pes ettirene kadar akıtacak kanımı

ve ben bir kez daha kaçıp sığınacağım
saklanacağım kendimden bile
kendim olmadığım için beni bulamayacağı
o ölüme en çok benzeyen hayatta kaldığım
neresi olduğunu da hiç anlamadığım
duygusuzluklar labirentime
alın bütün renkleri diyeceğim yine
alın her şey gri olsun
yeter ki içlerinde siyah olmasın
karanlık olmasın
beni bulmasın diyeceğim
hep buluyor çünkü

şimdi ise her şey işte ne kadar güzel
geri geliyorlar
tüm renkleri dünyanın
gürültünün arasındaki sessiz kuş cıvıltıları
tüylerimi diken diken eden o heyecanları hayatın
o gelene kadar
o gönlümün karanlık efendisi
bin bir ismiyle ve çok anlamlılığıyla
gelip de kapımın eşiğinde durup
adımı çağırana kadar
tadını çıkarmalıyım
bu gerçekten yaşadım diyebildiğim
kısacık kelebek hayatımı
sonuna kadar içime çekmeliyim
tüm damarlarıma hücrelerime kadar doldurmalıyım
doldurmalıyım ki unutmam uzun sürsün
şimdi yaşamalıyım yaşanacak ne varsa - ne kaldıysa
fazla sürmeyecek çünkü
duyuyorum yaklaşan adımlarını
geliyor ve can alan nefesi
neredeyse kapımda

o gelene kadar ben
kendime bir şarkı söyleyeceğim:

"cenneti başka yerde aramayı bıraktım
içimde taşıdığım cehennemi de
kendimde aramayı bıraktım"

kendi kendime bunu söyleyeceğim
o gelene kadar
ve o geldikten sonra da
dayanabildiğim kadar
nefesim kuruyup
düşüncelerim paramparça olana kadar
bunu söyleyeceğim
evet bunu söyleyeceğim
kendime
ve söylemeyi öğrendiğim kadar
öğreneceğim dinlemeyi de...

                                                                    İstanbul
                                                                                    07.05.2024 


4 Mayıs 2024 Cumartesi

pyrrhus

başarı 
o herkesin gittiği restoranda
o herkesin yediği yemeği yemekti
yemek bile değil de yediğini bildirmek
açlık nedir hiç bilmemekti
başarı
o herkesin girdiği denizde
getirmekti o herkesin ezberlediği gün batımını
anlamını bilmeden
o yabancı şehrin o meşhur meydanında
gururla pozlanmaktı
kimsenin geçmediği o bir arka sokağın
tarihsel acılarını tanımadan ve tatmadan
gülümsemekti fotoğraflarda
başarı
her yerden üzerine boşalan o kadim bilgeliklerin
zerresine temas etmemeyi başararak
hiç etkilenmeden, sıyrıksız ve pirupak
dokunulmaz, lekesiz, tertemiz bir cehaletle sıyrılıp geçebilmek
ama bunu fark ettirmemeyi başarabilmekti
zordur ama siz de işte bir o kadar hünerliydiniz
başarıysa işte size başarı
zaten başka da bir başarı bilmediniz
böyle olunca işte, başarılıydınız
başarılarla doluydu hayatınız

gidemediğiniz o ünlü şehir
alamadığınız o pahalı parfüm
binemediğiniz o lüks araba
ve aşk acısından başka
bir acı bilmediniz

hiçbir şey demeden konuştunuz
sizi hiç duymayan arkadaşlarınızla
hepsi size benzerlerdi

olmayan zaferler kazandınız her gün
cesetsiz, kansız savaş meydanlarında
gerim gerim gerinerek dolaştınız
muzaffer komutanlar misali
hiç var olmamış şehirler kuşattınız
yaptım sandığınız başarılı planlarınızla
gedikler açtınız olmayan surlarında
kervan geçmez, boş, tozlu bozkırların
yanınızda yapışkan dalkavuklarınız 
doru bir atın sırtında fatihler gibi gururlu
sahte mutluluk göz yaşlarınızla girdiniz
hiç olmayan viran kapılarından şehirlerin
saklayamadığınız bir kibirle selamladınız
yollarınıza sıralanmış yeni tebaanızı
sizi izleyen o şaşkın, hayranlık ve korku dolu gözleri
aslında hiç var olmadı

oysa
güneşi kucaklayıp avuçlarınızda
sıcaklığını geçirebilmekti tüylerine
hiç kimse görmeden, fark etmeden
amaçsızca sevdiğiniz o sokak kedisinin
başarı
o nemli toprağına elinizi sürüp o eski kentin
yaralarını hissedebilmekti damarlarınızla
üzerinden gelip geçmiş tüm insanlığın

oysa
o köprüleri, binaları
trenleri, uçakları
hep başarısızlar yapar
hep başarısızlar yazar
onların şarkılarını
ve başarısızlar dinler

                                                                        Halkalı, İstanbul
                                                                                             04.05.2024


27 Nisan 2024 Cumartesi

Okudukça cahilleşmek üzerine

Okudukça cahilleşiyorum aslında. 
Eğer cehalet ne kadar çok şeyi bilmediğinin farkına varmaksa...
Okurken öğrendiğim o ufacık şey, yanında koca bir bilinmezlik alanını da açıyor. Her öğrendiğim şey, öğrendiğimin birkaç misli kadar bilmediğim şeyle ilgili farkındalığımı da arttırıyor. Dolayısıyla bir şeyleri öğrendikçe aslında bildiğim şeylerin sayısı çok az artarken, bilmediğim şeyler ile ilgili farkındalığım katlanarak büyüyor.
Okumak bilgimi arttırıyor yani o kesin, hem bilmediğim yeni bir şeyi bilmeye başlıyorum, hem bilmediğim yeni bir sürü şeyi bilmediğimi bilmeye başlıyorum. Birincisi bildiklerimin bilgisini, ikincisi bilmediklerimin bilgisini arttırıyor. Birincisi küçük bir miktar bilgeliğimi, ikincisi çokça cehalet farkındalığımı... Öğrendikçe daha çok cahilleşiyorum ve bilgeliğim arttıkça bilgiçlik taslamam ve ukalalığım / züppeliğim yok oluyor giderek...  

22 Nisan 2024 Pazartesi

Daha az eziyet çekenlerin eziyeti

2.Dünya Savaşındaki Alman askerleri gibi kandırılan ya da zaten inanmadığı halde zorla cepheye sürülen insanların çektiği acıların, neden oldukları acılardan daha önemsiz olması veya algılanması nedeniyle dile getirilmemesi ya da getirilememesi olgusu. Kendileri de tüm bu süreçte kurban oldukları halde zulmeden tarafın maşası rolünde acı çekmeleri dolayısıyla acılarının görmezden gelinmesi olgusu. Kendilerini Hitler'i desteklemek zorunda bırakan ön koşulları yaratanların etkisinin de yok sayılarak adaletsiz bir önyargıya kurban edilmeleri olgusu.

Benzer durum Ermeniler tarafından katledilen Türk köylüleri için de geçerlidir. Zulmedenin haklılığını mevcutta belirleyen şeyin askeri gücü elinde tutmak olması, zaman içinde bu durumu uzatan şeyin ise medya gücünü ve propaganda makinesini elinde tutmak olduğu olgusu 

5 Nisan 2024 Cuma

deneme

Gregorian Chant Templar in Cathedral üzerine: Bu parça adeta bir kalp gibi atıyor, anne karnındayken annenin iç seslerinin ritmi, deniz kıyısına vuran dalgaların ritmi gibi doğadaki belirli ritimlerle aynı frekansa sahip ve belki de o yüzden bu kadar etkileyici...

4 Nisan 2024 Perşembe

Taşınmak

Antiphon XI (Mode Pl. II) (https://www.youtube.com/watch?v=kL6ameuQozA) dinlediğimde Orta Anadolu'da diz üstü oturup islami dini ilahiler söyleyen o amcaların aslında geçmişlerinin nerede olduğunu anlıyorum. Bir dine mensup bir Anadolu halkının nasıl dönüşmüş / dönüştürülmüş olduğunu. Belki istemeden, belki baskıyla, belki de gönül rızasıyla, ya da hiç umursamadıklarından. Eğer baskı gördülerse de, o baskıyı zaten kendileri de baskı görerek Orta Asya bozkırlarında atalarının Gök Tanrı dininden zorla dönüştürülen bir toplum tarafından görmüşlerdir. Aynı zamanının Nazi Almanya'sındaki kendi kültürlerini yaşamaya / yaşatmaya çalıştıkları hayatlarından zorla kopartılarak ve kıl payı toplama kamplarında ölmekten kurtulan İsrail'deki Yahudilerin şimdi Filistin'li garibanlara yaptıkları zulüm gibi. Düşünmeden edemiyorum; acaba bir toplum başka bir toplum tarafından kendisine uygulanan travmayı içinde taşıyıp mı, sonradan istemsizce dışa vuruyor ve travmanın zincirleme yaşanmasına neden oluyor, ayrıca bu travmayı ne kadar süre toplumsal hafızasında saklayabiliyor.

Öte yandan Antiphon XI'deki melodilerin de ne kadarının Ortodoks Hıristiyanlığa daha köklü eski Anadolu halklarından aktarıldığını ve bu kültürü kendilerine aktaran halkların da zamanında kendi pagan dinlerini bırakıp Hıristiyanlığa geçiş süreçlerini de düşünmeden edemiyorum.

Kültür de bilim gibi zincirin halkaları misali toplumdan topluma aktarılarak ilerliyor. Ezilen üzümlerin yok olurken tüm aroma ve kokularını sularına karıştırması gibi, yok edilen toplum da aslında sadece fiziksel ve kavramsal olarak ortadan kalkıyor ama aslında o toplumun kültürü, ruh aktarımı gibi kendilerini devralan kültürün içine sirayet ediyor, üzüm suyunu içen kişinin kanına yavaş yavaş sızarak karışıyor ve kendini oraya aktarıp orada yaşamaya devam ediyor. Yıkılan şehirlerin kalıntı taşlarından aynı yerde yeni şehirlerin inşa edilmesi ve bu sürecin sürekli, devam ederek antik taşların binadan binaya günümüze kadar taşınması gibi bir şey bu. O taş, ilk binası için tasarlanıp, orada fonksiyonel bir amacı yerine getirdi ama bugün parçası olduğu binada da aynı şekilde anlamlı bir işlevi sürdürüyor. O taş bugünkü binayı taşımıyor diyemeyiz. Aksine o taş artık içinde yer alan binalardan bağımsızlaştı, varlığını çağlar ötesine taşıdı ve içinde yer aldığı tüm binaların ömrünü yaşadı ve aştı. O taş o binaları oluşturdu ama o binalar da o taşın çağlar ötesine taşınmasını sağladı, ona yuva oldu ve hayatta kalma anlamı sağladı. "Taş"ın binaları "taş"ıması ve o binalar tarafından geleceğe "taş"ınması işlemindeki taş kelimesinin aldığı anlamların birbiri ile bağlantısı ise hoş bir tesadüf. 

                                                                                                                            Halkalı - İstanbul
                                                                                                                                                                   04.04.2024

(antifonal) karşılaşma

bu ilk karşı karşıya gelişi değil
kendisinden çıkarak evrilen
-bir nevi evladı yani-
aslında başka bir haliyle karşılaştığı zaman
garip bir tanıdık ve tam kıvamında yabancılaşma hissetmesi
biraz daha kendisine benzese, belki bağrına basacak
hemen basmasa da belki, hafifçe meyledecek, birkaç adım yaklaşacak
yoklayacak, benzeşecek ve kabul edilebilir bulacak - zaten kabul edebilir olacak
ama o seviyeyi çoktan aşmış işte - artık çok geç
bir kısmını tanıdığı bir yabancılaşma hissediyor
öyle ki, o kadar kendinden ki aslında bazı yanları 
içinde işte bu ben diyeceği öyle yanlarını hala koruyor ki
o yüzden de benzemeyen yanları o kadar mide bulandırıyor - isyan ettiriyor
yabancılaştığı kısımlara karşı içinde tutamadığı bir öfke kabarması hissetmesi bu yüzden
çünkü sanıyor ki, aslında kendine ait kısımlar alınmış da, bazı kısımları iğdiş edilmiş
bazı kısımları alınıp budanmış - bir uzvun, elin, kolun, bacağın yokluğu gibi duyumsuyor bu yokluğu
çünkü sanıyor ki, aslında kendine ait bazı kısımlarına bambaşka eklentiler monte edilmiş
iğrense de tanıyor bu ucubenin içindeki kendi parçalarını
bir zamanlar mis gibi kokan meyvenin o çürümüş kokusunu tanıyor çünkü
o çürüklüğün içindeki bir zamanlarki tazeliğininin aroması, rahiyası, kokusu burnunun tabanında hala sızlıyor çünkü
evet iğreniyor ama derinde bir yerlerde de hala bir hayranlığı barındırıyor
neye dönüştüğünün iğrendiği bir hayranlığı - evet çok da kötü olmamış derdi diyebilse
hatta evet şahane olmuşum bile derdi de, işte o işler öyle olmuyor
oraya gelemiyor, çünkü oraya gelebilmek mühürlenmiştir - kendisi olmamayı gerektirir
kendisi olmayabilmek çok büyük bir yürüyüş gerektirir - belki bir ömür boyu
herkes yürüyemez o yolu
ama işte oraya giden yolu baştan sona yürüyebilse
yavaş yavaş tüm o mikroskobik değişimlerini sindire sindire yürüyebilse
ah bir yürüyebilseydi
ah bir yürüyebilseydi sevecekti her şeyi, kucaklayabilecekti her şeyi
kendisi olmayabilecekti ve kendisi olmayabilseydi
o zaman kendisi ve diğerleri olmayacaktı
kendisi her şey ve her şey kendisi olacaktı

bu ilk karşı karşıya gelişi değil
kendisinden çıkarak evrilen aslında başka bir haliyle karşılaşmasının
biraz daha zaman geçmiş olsaydı
sonsuzlukla kıyaslanabilecek biraz daha zaman
daha çok başkalaşmış olsaydı eğer karşısındaki - artık biliyoruz ki kendisi
o zaman silinecekti kendisinden kalan bütün izler
silinmeyecekti de aslında, tanıyamayacağı kadar belirsizleşmiş, soluklaşmış olacaktı
o yumuşak toprağa bastığı taze ayak izinin üzerinden nice göç yolları, kervanlar, ordular gelip geçmiş olacaktı
işte o zaman düşünecekti ki bu bambaşka bir şeydir
ya ilkelliğin içinde çürümüş acınası, ya kendisine denk bir yabancı, ya da belki nasıl işlediğini anlayamadığı bir büyü-sihir-mucizevi-tanrısal bir gelişmişlik - önünde secde edilesi, boyun eğilesi, kendini kurban edilesi bir bilim-kurgu
onu ele geçirip-sömürmek, onunla arkadaş olmak, ona tapınmak-ibadet etmek istiyorum diye düşünecekti
yapmadığı şey de değil hani, her bir günü bunlarla geçiyor zaten

bu ilk karşı karşıya gelişi değil
kendisinden çıkarak evrilen aslında başka bir haliyle karşılaşmasının
her an, her saniye karşılaşıyor zaten
ortodoks bir antifonik ilahi gibi delip geçiyor ve titretiyor kalbinin tellerini 
ne zaman bir güneş ışığı vursa yıldız tozundan oluşmuş avuçlarına
ne zaman bir kazma inse yüreğine de, yıllanmış bir ceset gibi bir parça kömür ayrılsa madenin damarından
ne zaman sürü sürü kuzular yayılsa taze kır kokulu otlaklara
ne zaman bir aslan bir ceylanın boğazına dişlerini geçirse serengeti'de
ne zaman iki ordu farklı dinde ilahiler söyleyerek öldürmeye koşsa birbirilerini
ne zaman bir hırsız, bir yankesici elini uzatsa başkasının malına
ne zaman bir politikacı sövmek için dilini soksa yalan torbasına
ne zaman pamuk tarlasında bir maraba terlerini akıtsa öğle sıcağında toprak ağasının toprağına
ya da karanlık bir ara sokakta tecavüze uğrasa bir zenci kadın
karşılaşıyor ve yaşıyor
bu ilk karşı karşıya gelişi değil
ne de ilk fark edişi 
ve sürekli unutuşu

                                                                                                                Halkalı - İstanbul
                                                                                                                                                    04.04.2024





27 Şubat 2024 Salı

sanki

bazen koca bir ıssızlığın
bazen de bir ormanın ortasında durur ve
sessizliği dinler
sessizlik gibi görüneni ya da
dinler ve tanır
dinler ve tanır da
hiç bitmeyeceğini sanır
sessizliğin 

bazen bomboş bir gölü
bazen de akmayan bir nehri karşısına alır ve
yokluklarını görür
yokluk sandığı şeyi ya da
görür ve tanır
görür ve tanır da
hiç bitmeyeceğini sanır
yokluğun 

                                                               Halkalı - İstanbul,
                                                                            27.02.2024

13 Şubat 2024 Salı

Silik Kırmızı Çizgiler

Önceleri işe Marmaray + Metro ile gidiyordum. Halkalı Marmaray İstasyonu'na park parası veriyordum. 
İşe arabayla gidenlere, hele tüneli kullananlara savurgan, hesap bilmez kişiler olarak bakıyordum. Onları hemen yabancılaştırmıştım.
Üstelik her gün Marmaray - Metro arası yürümek, merdiven çıkmak, ofise yürümek de beni fit tutuyordu. Ayrıca Marmaray'da oturup çalışıyordum.
Halkalı Marmaray İstasyonu'nda park ücreti 20 TL'idi, sonra 50 oldu, sonra da 100 TL.
Bu park parasını vereceğime arabayla giderim daha karlı çıkarım dedim. Erken çıkınca arabayla 36 dk da işe gelebiliyordum. Marmaray ile 75 dk kadar sürüyordu.
Marmaray ile gitmek enayilikmiş diye düşündüm. Çünkü çok vakit kaybediyormuşum.
Sonra geç çıkınca trafik tıkandı. Dur kalk trafikte yakıt tüketimi çok yüksek, parayı yakıta vereceğime, tünelden gitmek daha karlı bile olabilir diye düşündüm. Üstelik işe erken giderek şirketime daha fazla katkıda bulunabilirim. Ayrıca yakıtın çevreye saldığı karbon emisyonunu azaltmak da çok çevreci bir davranış olur.
Home Office çalışanları hiç anlamıyorum. Evde nasıl konsantre olup verimli iş yapıyorlar. 
Ya hiç çalışmayanlar… Dünyaya hiçbir şey katmıyorlar.
Peki bunlara da empati yaparsak kırmızı çizgiyi nereye çekeceğiz?

11 Şubat 2024 Pazar

deneme

ve herkes zamanın ne kadar hızlı geçtiğini kendi deneyimleyecek
ne kadar söylense de, nesiller boyu tekrar edilse de
herkes zamanın ne kadar hızlı geçtiğini kendi deneyimleyecek