15 Ocak 2000 Cumartesi

ağıt

-onlara…-

Ya derim cins kokular sürüp nerelere giderler
bu gözlerinin içlerine kapandıklarımız?
Kimleri beklerler soğuk köşebaşlarında?
Kimleredir bu gereksiz ağlamaları?
Kimleri görmek için kör olmuşlardır?
Ağaçların altında koşuştururlar.
Çocuklara benzerler böylece biraz.
Karanlıktırlar.

Ağıtlar gibi ürkek ve sessiz
kimleri kurarlar hayallerinde,
kimlere yollarlar bu gülücükleri,
kimlere akıtırlar bu gözyaşlarını,
kimleri düşünürler durup dururken,
kimleri özlerler her an yeniden,
kimleri, kimleri ve daha kimleri
düşünürler ve ulaşmak için onlara
geçip gidiverirler yanımızdan,
eski bir kervansaray sessizliğine
ve hüznüne bulayıp bizleri.

Terli avuçlarında masumlukları
kimlere koştururlar uçar gibi böyle?
Hangi belirsiz, esrarengiz yollardan,
hangi bilinmez, soğuk, kanlı kucaklara
sürüklenip giderler bilinçsizce
bu hep beklediklerimiz?
Bizi bırakıp, başka başka zamanlarda;
darmadağın;
bulutlar gibi…

Kimlere savrulurlar bu sevdiklerimiz?
Direnilmez bir alınyazısına çekilir gibi
kendilerini bırakıverişleri yabancı kollara
neden bize ölesiye anlamsız gelir?
Neden yüksek binalar takılır aklımıza
düşündükçe kokusunun sıvanışını kutsal dudaklarının
karanlık odalarda çürük göbek çukurlarına?

Çocuksu bir telaşla,
esrik, kıvrak, bir melodi eşliğinde
sanki çılgın bir ayine kapılarak
ilkel adımlarla ilerlerler –bize öyle gelir.
Bir ateş dansının sarhoşluğuyla
sıradan bir ritüelin parçasıymışçasına
avuç açıp diz çökerler bir kör bıçağın önünde.
Kana bulanır terlemiş avuçları
ve içindekiler…
Hep hayalini kurmuş oldukları yere
vardıklarını sanırlar oysa…
Neden yanılırlar?

Nereye giderler bu her şeylerimiz?
Bakışları gülüşleri sarıdır biraz.
Biraz da biziz.
Kırmızı bir ufku genişleterek,
yayvan yapraklı ağaçlar gibi kibirli,
nasıl, nasıl böylesine alımlı ve duyarsız,
nasıl böylesine deli dolu, tutarsız,
titreyen bir akşamı ürpermiş bırakarak arkalarında
ve daha pek çok şeyi -ve bizi de bunların yanı sıra-
nasıl gidebilirler?
Nasıl arkalarına bile bakmadan,
durdu duracak bir zamanın hızıyla,
belli belirsiz bir rüzgara salıverip saçlarını,
öylece, kendileri gibi, yelkenli gemiler gibi,
ama biraz da çaresiz gibi sürüklenirler
bizden ve biraz da gözlerimizden uzağa
-öyle ki kendi çaresizliğimizi unuturuz.
Sonra zaman durur büyük bir gürültüyle.
Bakakalırız, bakakalmaktan başka bir şey yapamaz oluruz,
bakakalmak bizi anlamlandırır, istemeyiz başka bir şey.
Bazen bakakalmakta olduğumuzu da fark etmeyiz.
Ardından bakakalmakta olduğumuz şey çoktan gitmiştir
yabancı kollara, çürük göbek çukurlarına, bilmediğimiz başka bir yere...
Zaman durur büyük bir gürültüyle.
Gerçek durur.
Hayaller işlemeye başlar
en ince motiflerini dantel gibi yalnızlığın.
Bilirler mi neler bırakıp giderler arkalarında
gidenlerimiz...

Neden bize sadece hayaller kalır -sığınılacak-
Neden bize sadece hayaller kalır -gündüz düşleri-
Neden bize sadece hayaller kalır -başka hayallerden-
Neden bize sadece hayaller kalır - anlayamayız-

Ölü ellerimizde siyah bir pencere.
Pencere: hiç açılmamış, hiç zorlanmamış, hiç aklımıza gelmemiş...

Rüzgarlar biriktiren saçlarımızda
çok kullanılmaktan yorulmuş hayallerin
buruşmuş kanatları.
Kanatlar: kim bilir hangi düşüşten kalma.

Ayaklarımızın dibinde ucu pembeleşmiş,
örselenmiş bir fırça.
Fırça: kara bulutlara gökyüzünü çizerken düşürdüğümüz suç aleti

Artık nemli olmayan gözlerimiz bir fotoğrafa sabitlenmiş.
Fotoğraf: bir rakibin gereğinden güçlü kolları, onun ince belini sarmış.

Öylece duruyoruz, kim bilir ne zamandır,
çarmıha gerili cesetler gibi
adeta dışındayız akıp giden zamanın.
Gerçeklerin okyanusunda çırpınıyoruz.
Çırpınmaktan farkında değiliz hayallerimizin.
Gidebileceğimiz hiçbir yer yok oysa
onlardan başka
böyle zamanlarda.

Böyle zamanlarda
özlüyoruz onları
ve dayanamıyoruz buna.

                                                          Ankara - … 15.01.2000