6 Ağustos 1999 Cuma

bir garip kuşatma

I.
aşk karanlıkta körebe oynayan bir kördür.

II.
cupido kuşatmasını hatırlıyorum da,
diktiği zaman yamaçlarına toplarını
şehrin üzerinde bulunduğu tepenin,
hayran hayran seyretmişlerdi onlar
kendilerini doğramaya gelen ordunun ihtişamını.

III.
oysa bir hayalkırıklığı bekliyordu orduyu.
bu muydu kendisinden övgüyle söz edilen şehir?
etraftaki verimli ovaya, bağlara, nehirlere hakim dedikleri,
aylardır ulaşmak için yürüdükleri şehir
bu döküntü şehir miydi?

IV.
yıkık surlarının, berkitilmemiş kulelerinin
içeride korumaya değecek bir şey bulamadığı,
savunanların teslim olmaya dünden razı
gıptayla kendilerini seyrettikleri
şehir; cupido; bu muydu?

V.
ordu döndü geri
şehrin anahtarını almaları için yalvaran halka aldırmadan
şehre sadece yüz metre uzaklıktan.
ne oldu cupido?

VI.
aşk körebe oynamasaydı
ağlardı.
gözleri açılırdı.
görürdü karanlığı.

                                                           İstanbul – 06.08.1999

4 Ağustos 1999 Çarşamba

ikinci öpüş

ben birincisini düşünüyorum.
ağır bir şilebin
rıhtımına yanaşışı gibi
sessiz…
ve huzurlu…
birincisini…

                                                           İstanbul - 04.08.1999
                                                                               (İstiklal Cad. / Beyoğlu)

14 Haziran 1999 Pazartesi

konuş deniz sana geldim

I.
“karmaşa” derdim
bu karanlığa
görebilseydim.
hiç tadamadığım.
eski bir tadı vardı.
onlar “gerçek” dediler ona
ben inanmadım.
İnansaydım
bilirdim
olmadığını.

II.
gök gürledi.
kendi kendine becerdi bunu işte.
sonra?
sonra ben
garip bir yağmurun altında konakladım,
kanımı soluyan damarlarımı boşalttım geceye.
sonra?
sonra biri ağladı
çok çok uzaklarda.
belki de ben.
kim bilir.

III.
hep ağladılar
onlar.
denizin dibine gittiler
kararlaştırmışçasına.
deniz dinledi onları.
deniz:
sadece gemileri yüzdürmez.
deniz yalnızdır.
çırpınışlarını dalga sanırlar.
onlar hep ağladılar
ve deniz
yorulmadı.
peki ben kimim?
peki onlar kimdiler?
peki karanlık nedir?
ben “karmaşa” derdim
görebilseydim.
onlar “gerçek” dediler.
ağladılar.
“gerçek”.
inansaydım bilirdim olmadığını.
hepimiz ağladık.
bir tek deniz,
bir tek o
sustu içimizden.
hiç tadamadığım
eski bir tadı vardı.
yorulmadı susmaktan.

IV.
“konuş deniz”
“sana geldim”.

V.
“geldim deniz”
“konuşsana”.

                                                           Ankara - 14.06.1999

9 Haziran 1999 Çarşamba

2

Bir kelimedir “yalnızlık”.
Tek bir kelimedir.
“İki” gibi...


                                                           Ankara - 9.6.1999

25 Mayıs 1999 Salı

asıl adım karanlık

asıl adım karanlıktır.


ılık bir damla kan gibi söylerim bunu,
yetmiş kıtaya vuran bir denizin
ürkekliği gibi söylerim.
söylerim;
her şeyimiz kelimeler...

ve bu kelimelerdir işte
şimdi sancıyarak ilerleyen...

                                                           Ankara - 25.05.1999
                                                                               (Granikos)

23 Mayıs 1999 Pazar

yalnızlık sensizliktir

I.
bulutlar
gökyüzünü dokudular bütün bir gün.
sonra gece
çözdü onu sessizce.

hatta biraz ağladım bile bugün
başım ellerimin arasında.

II.
bu sana özgü
her yeri kaplayışının
yine de bir ürkekliği var
karşı konulamayan.

en çok o nefessizliğini özledim senin.
yüzüme sıcak sıcak solurdun.
işte karanlık bir sokak gibi karşımda yüzün
bakmaya korktuğum.

III.
söyle şimdi
niye bu kadar çok düşüyor kanatlarım
uçarken.

                                                           Ankara - 23.05.1999

16 Mart 1999 Salı

siyah

kendinde boğulmayan bir deniz
nasıl bir deniz?
ve denizde sona eren bir sokak
nasıl bir hüzün?
nasıl ki, bir kelimedir yalnızlık
öyledir yüzün.
ve benim
bir tek avuçlarım kaldı ellerimde
sensiz...
hadi gel ılık kanım,
dol avuçlarıma!

                                                           Ankara - 15.3, 16.3.1999
                                                           (Pandora)

13 Mart 1999 Cumartesi

yarım

gözlerim yarım kaldı
ve ben...
gözlerim yarım kaldı
ve ben
düşünüp kaldım
yırtık bir haritaymış gibi
ya da kaşınan bir meme ucu.
telefonlar çaldı...
unuttum bunu.
ve ben...
gözlerim yarım kaldı.

                                                           İstanbul - 13.03.1999

11 Mart 1999 Perşembe

çıkmaz kafes

kuş kafesleri var
kuşlar olduğu için;
kuşları anlamsızlaştıran
ve kuşlarsız anlamsız olan...

ve sen asla bilemeyeceksin
ne kadar acıtabildiğini...
ve ömür boyu taşıyacağım izlerini
göremeyeceksin asla...

nasıl bir acı bu pandora?
kanıyorum her yerimden
ve pıhtılaşmış çığlıklar düğümleniyor boğazıma;
duyabiliyor musun “bağıramadığımı”?

bilir misin içine hapsolan bir çığlığın
katlanılmaz sesini,
yankısını,
yıkılmış bir kalpte?

ne yapabilir limansız bir gemi
açık denizde...
yüzmekten başka.
                                                                                                                                                                                                                       
                                                            Ankara - 11.03.1999
                                                                               (Pandora)        

6 Mart 1999 Cumartesi

pandora

I.
kan;
evet, bugün
yastıkta kan lekeleri gibi uyandı sabah
ve boğulan kuş sesleri gibi rüzgar
doldu yalnız perdelerine
odamın
kapatmaya kıyamadığım bir pencereden.

II.
bir pencere;
odamın içinde mi,
dışında mı
bilemem.
dışarı mı açılır,
içeri mi
bilemem.
ama bir duvar var bir yerlerde
bilirim.

III.
evet, bir duvar var ötede
gittikçe yükselen...
arkasında sen,
arkasında hayaller,
arkasında her şeyim,
benden kopup giden...
ve kapkaranlık bir gece var
ve kanatları var gecenin
üzerine boşalan;
yağmur damlaları gibi...
saklanmadığın,
kaçmadığın,
üzerine yağmalarını seyrettiğin...
ve hiçbir şey yapmamış olmamak için
ağladığın;
ve ağladığın için
hiçbir şey yapamadığın.

IV.
bir duvar;
bildiğin
bir süre sonra yüksekliğinin
yağışı keseceğini
ve yumuşak kanatlarından
ayıracağını seni;
ve hayallerinden.
duvar;
gerçek olarak
önünde duran.

V.
bir duvar;
toprağa iz bırakan,
nemli toprağı kazıyan
dizlerinin ve gözyaşlarının
izlerinin
hemen ötesinde başlayan
bir abide gibi
yüksekliği kadar gerçekliğiyle de ürküten seni.

VI.
bir duvar;
hayal hapishanesinin yaralı tuğlalarından örülü
ve gözyaşıyla
ve kanla
ve terle karılmış harcı...
bir duvar;
“asla” yıkamayacağın,
çünkü senin gözyaşın,
çünkü senin kanın,
çünkü senin terin,
kıyamadığın,
bu duvarı yükselten.
bir duvar...
biraz daha yüksek şimdi eskiye göre.
ve arkasında hayaller,
arkasında sen,
tek gerçeğim olmanı istediğim
ve gerçek tarafından gölgelenmiş olan...

VII.
ve ben
gelmezden önce buralara,
bu çöle;
“ve ben”
bırakmazdan önce gözyaşlarımı,
yaralı dizlerimin izini
bu kanlı kumlarında;
ben
buraya gelmezden önce,
“4 yıl” önce,
örülmeye başlanan,
bana sorulmadan,
bana danışılmadan,
söylenmeden bana,
bir duvar
gittikçe yükselen...
ağlayacağım onun dibinde.

VIII.
bir duvar;
üzerinde takılıp kalmış beyaz ve ıslak kanat tüyleriyle
sıcacık;
yaslandığın...
hangi uçuşlardan,
hangi düşüşlerden kaldığını bilmediğin;
hangi rüya yolculuğunu yarıda kesmiş bir rüya tanrısının
hangi umutlarını tükettiğini anlayamadığın
bu her şeyden güçlü ve büyük duvar dibinde
oturup ağlayan,
uçamayan,
artık uçamayan,
bir yarı-tanrı,
bir yaralı tay,
vurulmayı bekler gibi
hiçbir şey anlatamadığı ıslak gözleriyle
etrafa bakınıp acıma bekleyen
bir yarı-tanrı,
bir tam-ölü,
ya da bir düşünce sadece.

IX.
bir duvar;
ona ellerimi sürdüğümde
küçükken düştüğüm zamanlardaki gibi,
yere kapaklandığımda ellerimin üstüne
avuç içlerimi yakan,
yaralayan,
örseleyen,
kanatan
o aynı his
ve benim yine her zamanki gibi
yukarı baktığım
ağlayarak çaresiz;
annem,
bir anne eli,
uzansın diye,
beni tutup çeksin diye acılarımdan,
korkularımdan,
çekip sıcacık göğsüne bastırsın diye
özgürce ağlayabilmem için...

X.
kıvranan bir yaralı tay
gittikçe yükselen bir duvarın önünde...
bir yarı-tanrı
çaresiz.
kanlı elleri açılmış gökyüzüne
iki şarap kadehi gibi...
ve ellerinden büyük avuçlarında
bir boşluk...
ne zamandan ve kimden kalma bilemediği...

XI.
işte ben,
yarı-tanrı;
senden başka her şeyden de vazgeçtim
ve hala her şeyim var senden başka...
ben,
yaralı tay;
vurdular beni bir çölde
yağmurun sesiyle...
ben,
tam-ölü;
bir damar meydanı değil
bir gökyüzüdür yüreğim,
bomboş bir gökyüzüdür
ve bir çift kapanmaz yaradır gözlerim...
kapak açık duruyor
ve ben
çıkamadığım bir kafesin içindeyim
hala...
ve pandora
yarım kalmış bir cümlenin bitmemiş yarısı gibisin
sen
.....

                                                           Ankara - 06.03.1999
                                                                              (Pandora’ya)

18 Şubat 1999 Perşembe

bir avuç su

anlatır mı bana deniz
söylediklerini ona,
"deniz" desem,
"ben onu dinlemek için geldim sana"
"kanlı ayaklarımla"
"bir avuç su gibi kalakalırım onsuz"
"ne yapacağımı bilmediğim bir su gibi"
"avuçlarımda"
           
Ankara - 18.02.1999
                                                                              (Pandora’ya)

15 Ağustos 1997 Cuma

birleşince

seni soymak
bilmediğim bir kitabın sayfalarını çevirmek gibi
okumadan, anlamadan.

dudağın kalıyor öptüğün yerde.

sürtünüyorum duvarlarına
bir kedi gibi.
hangimiz inliyoruz,
                            bilemiyoruz
                                      artık.

                                     Ankara - 14.8, 15.8.1997